5 Ekim 2015 Pazartesi

Bugünün aynası olacak film



80 darbesinden sonra Türkiye toplumunda yaşanan büyük parçalanmayı, kamplaşmaları, insan emeğinin değersizleştirilmesini, sokaktaki insan üzerinden anlatan bir çok film çekildi sinemada. İlk aklıma gelenler Namuslu (E. Eğilmez, 1984) , Züğürt Ağa (N. Çölgeçen, 1985) ve Muhsin Bey (Y. Turgul, 1987). Hepsinde hikayenin ana karakterinin aynı oyuncu (Şener Şen) tarafından canlandırılması tesadüf mü bilemiyorum. Sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo'nun, "Türk Sinemasında Şener Şen" kitabında Şen'i Türk gösteri sanatları geleneğinin bir temsilcisi olarak tanımlayarak kendisinin de üslubunu ve yorum şeklini bu gelenekten yararlanarak oluşturduğunu kabul ettiğini belirten saptamasını hatırlıyorum. Buna göre Şen'in izleyici tarafından kucaklanmasının altında yatanın, yeni bir döneme girişi, arada kalmış karakterleri sadelik ve gerçeklikle anlatması olduğuna işaret ediliyordu.

Gelelim bu güne...
Sadece toplum bilimcilerin ve araştırmacı yazarların değil; Türk psikiyatri derneği ve sağlık bakanlığının istatistikleri de gösteriyor ki;
sokaktaki birçok insanın kabul ettiği üzere son beş yılda yeni bir fay kırığı ortaya çıktı Türkiye'de. Psikolojik hastalıklar ve antidepresan kullanımının son 5 yılda  %110 artmasının altında yatan nedenler araştırıldığında ortaya çıkan sonuçlar çoğunlukla toplumdaki kutuplaşmaya odaklanıyor.
Benim gözlediğime göre edebiyat ve video yerleştirmeler gibi çağdaş yerleştirme sanatları bu kırığı en iyi anlayan disiplinler şimdilik.
Resim ve hatta heykelden açık ara öndeler.


Sinema ise tüm kuvvetini televizyon dizilerine akıtmış gibi görünüyor. Bunda Türk tv dizilerinin Latin Amerika da dahil olmak üzere yaklaşık 70 ülkede merakla takip edilmesinin ve bu alanda bir arz-talep dengesinin oturtulmaya çalışılmasının etkisi var. Ancak yine  de böyle bir fay kırığının/yarılmanın beyazcamda sürekli bağıran ve ani öfke patlamaları ile sebepsiz şiddete yönelen karakterlerin üzerinden resmedilmesini endişe verici buluyorum.  Zira televizyon bu yarılmanın nedenlerini ve sonuçlarını araştırmaktan çok durumu entrikalara ve zengin-fakir uçurumu gibi klişelere bağlamaya eğilimlidir. Çünkü televizyonun amacı seyirciyi bilinçlendirmek değil uyutmak, rahatlatmaktır.  İzleyicinin tüketim çarkının ve sanal gerçekliğin içinde kalmasını sağlamaktır.

Özellikle bu yıl artan festival iptalleri, sansür sorunu ve desteklerin sınırılandırılması sinemanın belini bükmüş gibi görünüyor. Ancak yine de önümüzdeki iki yıl içinde Ortadoğu coğrafyası ve ülkemizde görülecek gelişmelerin özellikle büyük şehirlerdeki uçurumu belirginleştireceği aşikar. Kimbilir belki de çözüm, meslek birliklerinin ve üretken sinema emekçilerinin bir araya gelerek  ortak çalışmalara imza atmasındadır. Paris'teki banliyö olaylarının ertesinde La Haine (Protesto) gibi bir fenomen filme imza atmış Fransız sineması burada bir örnek olabilir. Özellikle filmin yönetmeni Kassovitz'in "batı avrupa'da  artan mülteci ve ırkçılık sorunundan sonra" filmin devamını çekmeye başladığını açıklamasından sonra.

Biz de kendi müziklerini, dillerini ve sermayelerini oluşturmaya başlasa da, sürekli görmezden gelinen İstanbul'un kıyısındaki bağcılar ve esenyurt gibi semtlerdeki yaşanan fay kırıklarını sinemada görmeye başlamalıyız. Bugün bize ön yargısız, aşağılamayan, içerden  bakabilen, -mış gibi yapmayan ve dürüst bir dille yapılmış ;
bireysel kaygıların içinde boğulmadan nefes alabilen bir sinema gerekiyor.

*fotograflar : La Haine, 1995, M. Kassovitz

2 Ekim 2015 Cuma

zavalli

Amerikan demokrasisinin kirli devlet oyunlarından daha önemli olduğunu iddia ettiği, Hollywood filmlerinde klasik bir sahne vardır. Aktörler üzerinden seyirciye Sorarlar ;
"JohnF.Kennedy'in vurulduğu gün, Martin Luther King'in öldürüldüğü gün nerede olduğunuzu hatırlıyor musunuz?"

bizim ülke tarihimizde böyle anlar çok fazla ne yazık ki? Uğur Mumcu'nun Hrant Dink'in öldürüldüğü gün; nerede ne yaptığımı kesin ve net anımsıyorum, mesela. Nasıl olduğum yere çöküp kaldığımı... Ahmet Taner Kışlalı'nın onu tanıma şansına bile erişemeyen güzel kızının "Babamın katillerini biliyorum." dediği günü anımsıyorum.
İçim kararıyor.

Bugün gazeteci-yazar Nedim Şener, "gazeteci Ahmet Hakan'a düzenlenen saldırı aynı Hrant Dink suikasti gibi ilerliyor", değerlendirmesini yapıyor.
Tüylerim ürperiyor.

Birbirlerinin tetikçiliğine soyunmuş gazetecileri, meslek ahlakını savunamayacak, namuslarını iki para edecek kadar patronlarının eteklerine tutunmuş görünce ...
Midem bulanıyor.

Bu aralar aklımda tek bir kitap dolanıyor. Bizim de bir haberinde kaleme aldığı hikayeyi filmleştirdiğimiz (Aziz Ayşe) gazeteci Timur Soykan'ın, 2012 yılında yayınlanan "Zavallı" adlı romanı. Politik Polisiye türünde bu kitabı Kuzey Afrika'yı sırt çantamla dolaşırken okumuştum. Hemen her gece uyumadan önce Atatürk'e ve devrim şehitlerine dua ederek yatağa yatıyordum o yolculuk sırasında. Kadınların toplum içinde olmayan yerlerine, bırakın varolma, sokağa çıkma özgürlüklerinin bile sınırlı olduğu o toplumlara, yaşadıkları ikiyüzlülüğe baktıkça kendi memleketimdeki kadın korkusunu anımsıyordum. Döndüm Afrika'dan, Amerika'ya gittim. Ülkemden uzaktım ama o romanda, "Zavallı"da, anlatılan tüm olayların kısa süre içinde gerçek olduğunu gördükçe içim kanadı. Sokağı ve hayatı net olarak okuyabilen bir gazetecinin kanlı canlı karakterlerle anlattığı şeyleri Türkiye son üç yıl içinde 'bangır bangır' yaşadı, yaşıyor. Daha da fenalarını yaşayacağız korkarım, filler tepişirken olan yine çimene olacak.

Levent Üzümcü gibi düşüncelerini özgürce dile getirdiği için işinden kovulan, sosyal medyada her gün hedef gösterilen  meslektaşlarımıza olanlar mesela, yarın hepimizin başına gelebilir.

Ama mutsuz olsak da umutsuz olmaya hiç hakkımız yok. Poyrazkoy'deki sahte deliler belirlendikten Turkan Saylan beraat ettikten sonra hele bugün, umutsuzluğa yer yok!

31 Temmuz 2015 Cuma

doğruluk testi

Başarılı fikirler ancak geriye dönüp baktığımızda anlaşılır, o gün için iyi olup olmadığını anlamak  neredeyse tanrısal bir öngörü ve geniş bir bilgi düzeyi ister. İnsanlar ilk olarak gözlerinin boyandığı şeyin peşinde koşarlar. Mega projelerin, duble yolların, bölge devi olmanın... Oysa dünyayı değiştiren, ona iyi gelen fikirler ve idealler hep kanıtlanmamış ve riskli görülen adımlardan çıkar.

Belki de bu yüzden bir yere turist olarak giden insan, o ülkedeki savaş çığırtkanlığı yaparak iktdarını sağlamlaştırmış adamların mezarlarını görmek yerine koşarak sanatçıların, filozofların, barışı destekleyen fikir adamlarının anıtlarını ziyaret eder. Çünkü kendini karanlığa hapsetmiş olsa da her insanoğlu, ölümsüzlüğün altın taharet musluklarıyla kaplı saraylarda değil, barışla dolu hayallerde saklı olduğunu içten içe sezer.

Apple yöneticilerinden Guy Kawasaki'nin "Doğruluk Testi" adında bir kitabı var, şirketlerde daha çok verim sağlamanın yolları anlatılıyor. Para kazanmak, bölgesel güç sahibi olmak sahte ve aptalca yalanlardır diyor. İnsanın motive olmak için hayatında bir anlama gereksindiğini belirtiyor . İnsanlar ancak kendilerini, dünyaya faydalı olduklarına inandıkları ölçüde verimli kılabilir diyor. En nihayetinde hepimiz misafiriz. Devletler de şirketler gibidir diye devam ediyor Kawasaki. Vatandaşlarının ihtiyaçlarını ön planda tutarak tüm dünyaya faydalı olmaya çalışanlar uzun vadede kazanır. Bazıları da ironik sloganları ile der ki; "herkes konuşur, ve bir koltuk uğruna birileri savaşı çıkartır."

zira ülke haritalarını, ne din savaşları ne de şanlı ecdad masalları belirler. Çokuluslu şirketler azalan rezervler üzerinde pazarlıklarını sürdürürken maşalar gündelik kavgaların peşinde oyalanıp durur.
--

Bu oyalanma halini, birinci dünya savaşı sonrasının işgal altındaki istanbul'unu anlatarak şahane betimleyen tanpınar'dan alıntı...

"ben ve bütün arkadaşlarım, herkes günün şartları içinde olsa bile yine her zamanki gibi yaşıyorduk. Ölüm tırpanını yine işletiyor ve o konuştukça her zaman olduğu gibi bütün sesler susuyor, aşk müphem ümitler yine içimizde yalancı aynalarını oynatıyorlar, herkes yine eskisi gibi seviyor, birleşiyor, ayrılıyor, çocuklar doğuyordu.  Fakat hadiselere ve kendimize biraz dikkat ettiğimiz zaman bütün bu işler, tabiat çarkının bu tabii dönüşü, çok zalim bir şuurun, bir nevi çok zalim bir meleğin emri altında oluyordu. İstanbul esirdi ve hepimizi taşıyan içtimai gemi alevler içindeydi."

                                                      Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler 1950.




15 Temmuz 2015 Çarşamba

Mizah hemen şimdi!

Şehir hatlarında, toplu taşıma araçlarında seyahat ettiğin vakit koltuğunun altında mizah dergisi bulundurmak adettendir bizim tayfa arasında. Sonra da muhtelif yerlere onu bırakmak. Bazen kendi aramızda iddiaya bile girer, biz bıraktıktan sonra dergiyi kim alacak okuyacak proflini çıkarır, sonra bir kuytuya sinip dergiye göz atanları dikizleriz. Hayatı güzelleştiren "derin hakikatler"... 

Geçtiğimiz günlerde saldırıya uğrayan(!) Tophane Depo'daki harika güzellikteki Aziz Nesin'in 100 yılı şerefine düzenlenen sergide de; ustanın anımsattığı gibi, mizah barış ve dostluğun işaretidir. "Hiç gülerken çirkin duran bir yüz gördünüz mü? Bu dünyayı olduğundan daha güzel bir yere dönüştürmenin yoludur gülmece." 

Bir kadını en güzel gösterecek makyaj, gülümsemesi ve hatta doya doya kahkahalara boğulmasıdır. 

Bir başka ustanın Rıfat Ilgaz'ın dediği gibi, "Topluma bakış açısıdır mizah.Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir." Doğasında mizah yerine savaşı barındıranların ondan korkmasının nedeni de, insanın düştüğü her hali en çıplak haliyle anlatıyor oluşundandır. Diline mizah katmış her yazarı okurken damağında tatlı bir lezzet kalır. En derin kederden bizi çıkarır, egomuzun saçmalıklarını yüzümüze vurur ve yeryüzünü tarumar eden türümüzün yarattığı saçmalıkları göstererek hep keyiflendirir bizi.

Sözsüz anlaşmanızı da sağlar hem.  

dünyanın sonuymuş gibi görünen ergenlik dertlerinden , aşk acılarından yalpaladığımız zamanları anımsıyorum da "neyin var?" diye soran her sıcak gülümseme masada bir mizah dergisi unutarak ayrılırdı yanımdan. o yüzden galiba ben, mizah dergilerine abone, çizgi roman sever ve karikatür biriktiren inanlara tutuldum en çok. 

bu kadar komik (!) bir vakitte mizah dergilerinin satışları azalmışken onlara daha çok sarılmamız bu yüzden. Memleketten uzaktaki dostlara postayla mizah dergisi yollamamız bu yüzden ve de biz uzaklardayken mizah dergilerini bize yollayanlara daha bir sıkı sarılmamız bu yüzden.



1 Temmuz 2015 Çarşamba

ateş böceklerinin düellosu

Tüm gün evlerinde bir tedirginlik; annesi ne yemek yapsın, hangi sararmış kırlentini çıkarıp televizyon sehpasına sersin bilemiyor. Gaye'nin yüzünü hiç anımsamadığı ağabeyi bugün hapisten çıkıyor. Ben az biraz hatırlıyorum Tayfun'u. Bizim sokağa ilk taşındıkları gün, üzerinde Lee Van Cleef tişörtü vardı.

Babamın pazar sabahları olağanüstü hal ilan edip tüm ahaliyi spagetti western izlemeye mecbur bırakmasından bu zat-ı muhteremin, van Cleef'in, ismine aşinaydım. Alman atalarının koca bir nesli üfürmesinin kefaretini ödermişçesine hep kötü adam rollerine layık görülen Cleef bey, çoğunluğun üzerinde yarattığı korkunun aksine bende bir hayranlık duygusu uyandırırdı. Karşısındaki can çekişirken onun gözlerinde kıvılcımlanan ateş böcekleri ve hain gülümsemesinin altında yatan alay, beni daha o yaşta hiç kimsenin nedensiz yere kötü olamayacağına inandırmıştı. Sokağımızın sonunda bir türlü bitmeyen sağlık ocağı inşaatında öğleden sonraları üç beş çocuk toplanıp Kara Murat oynadığımız zamanlarda ben Lee van Cleef olmak isterdim. Bizim çocuklar adamın adını bilmezdi, ben de kirli yüz kod adını kullanırdım. Onun alnına benzesin diye sivilceli alnımı kırıştırıp o gün kim tarafından canlandırılıyorsa bizans tekfurunu tehdit ederdim. Eğer istediğim haracı hemen çıkarıp vermezlerse sağ cebimdeki plastik baretta tabanca ile onu öteki dünyaya göndereceğim tehdidini savururdum. İşte yine böyle bir gün, Osmanlı akıncılarını hazırola dikmiş, soğukkanlılıkla sırıtırken inşaatın ortasında; yeni bir ses bizim keli, çukuru bol, cümbüşü de her daim yerinde mahallemize intikal etti. Tayfun'u ilk orada gördüm. Yüzünü hiç anımsamıyorum ama birkaç dakika durup etrafı süzerkenki hali aklımda. Onun da gözlerinde ateş böcekleri vardı. Heyecanlanmamak ne mümkün... Diğerlerinin itirazına aldırmadan, oyunu bıraktım. Koşarak bizim evin bahçe duvarının arkasına gittim. Orada etrafı dikizlemek için açtığım ufacık bir delik vardı. Annem evdeki işleri bitirip derslerimi tamamlamadığımda sokağa çıkmama izin vermediğinden o bahçe duvarının arkasındaki deliğimin ardına konuşlanır, gelen geçeni gözetlerdim. Deliğin ardında durmuş bunların eşya taşımalarını izlerken, Van Cleef sokağa taşınırsa ben artık kendime bir başkasını bulmalıyım diye düşündüm ilk olarak. Daha o günden hesapçı biriydim, hep bir sonraki adımımın ne olacağını planlar ve o adımı en inandırıcı biçimde atmak için bir an önce araştırmaya girişmek isterdim. Ben böyle yeni canlandıracağım karakter hakkında düşünür; Mavi Ay'daki Maddie Hayes ile Charles in Charge'daki Buddy arasında gidip gelirken, annem kapıdan seslendi. Biraz akıtma yapmış, "Yeni gelen komşular açtır şimdi. Git bir hoşgeldiniz, bunları annem gönderdi, de" lafıyla elime koca bir tepsi tutuşturuverdi.

Şikayet etmeden tepsiyi aldım ve yeni bay kirli yüzle tanışmak için Şensözler apartmanına doğru ilerledim. Apartmanın ikinci katına taşınıyorlardı, dairenin kapısı zaten açıktı ve ben içeri başımı uzatmadan, kucağında iki üç yaşlarında kumral lüleli, sonradan adının Gaye olduğunu öğreneceğim bir kız çocuğu ile bir kadın beni karşıladı. Seyyal teyze yarım dünya gibi kadındı. Akıtmaları görünce keyiflendi. Teşekkür ederek, tepsiyi akşam geri yollayacağını söyledi. İçeri davet etmesini, bir iki söz etmesini bekledim ama hevesim kursağımda bizim eve geri döndüm. Ben eve dönerken babam da küçük deri çantasıyla işten geliyordu ve bu yemek saatinin de geldiğinin işaretiydi.

Akşam yemeği boyunca annem o gün pazarda duyduğu dedikoduları babama yetiştirdi, babam göz ucuyla haberleri izleyip arada sırada onun söylediklerine baş sallamakla yetindi. Bense sürekli yeni bir rol model arıyordum. Niye bilmem, hiç pazarlık etmeden Van Cleef rolünü mahalleye yeni gelen o çocuğa teslim edivermiştim. Yemek sonrası masayı topladım, babamın ayakları rahatlasın diye içine iki çay bardağı tuz boca ettiğim ılık suyla dolu leğeni hazırladım ve televizyonun karşısındaki yerime yayıldım. Saat kaçtı bilmiyorum zil çaldı. Annem cin tabi, hemen "Tepsi geldi, nihayet." deyiverdi. Babamın ikazlarına aldırmadan hızla öne atıldım ve müstaki evimizin merdivenlerini uçarak indim. Demir dış kapıyı açtım. Karşımdaydı işte kirli yüz. Bir şeyler söylüyordu, sesi çok uzaklarda bir yerlere takılıyor da bana ulaşamıyor gibiydi. Gözlerinin içindeki ateş böceklerinin dansına öylesine kaptırmıştım ki kendimi, kulaklarım uğulduyordu dediklerini anlamıyordum. Tepsiyi verdi, ben de tek nefeste "Bu tren Tucumcari'de duracak!" dedim.  Bu replik ağzımdan nasıl çıktı bilmiyorum, ama dedim işte. O an ateş böcekleri dans etmeyi bıraktı,  oldukları yerde durdular ve yaydıkları sarı-kırmızı ışıklar mora dönüverdi. Ben onu bizim kurak sokağımıza girdiği an tanımıştım ve ona göndereceğim yarım dudak gülümsemem hazırdı çoktan. Oysa... Kirli yüz beni o an görmüştü.

Birisi tarafından görülmek önemlidir, buna hazırlıksız olanlar bir şaşalar önce, sonra bir böbürlenir, zaten çoğunluk hoşlanır bundan. İnsana tuhaf bir güç, bu dünyada bir anlam olduğu duygusu verir çünkü, biri tarafından görülmek. Ürken azdır bu halden. Sobelendiğini düşünüp saklanacak kovuk arayan azdır... Şimdi düşünüyorum da, Tayfun'un o zaman ürküp bir anda merdivenlere yönelmesinde yabanilikle yaftalanamayacak kadar derin bir şey vardı. Ben o sersem aklımla, o repliğimin devamını getirecek, hınzır mınzır "Bir dahaki trenin gelişine vakit var!" falan diyecek sanıyordum. O yaşımdan  beri hiç değişmeyen huyumdur bu; hayatın kendisi benim yazdığım finalleri uygulamıyor diye sürprizleri sevmem, zamanın anlık hızlanıp yavaşlamalarına akıl erdiremem.

Ertesi gün sokaktaki her yeni haberi bize yetiştirmesiyle ünlü bakkalı çırağı Doğan'dan kirli yüzün adını öğrendim. Tayfun. İnşaat artıklarını tırtıklayıp derin pantolon ceplerime zulaladığım mozaik parçaları gibiydin Tayfun. Çırak Doğan'ı lafa tutup bakkal kasasının önündeki raflardan aşırdığım Turbo sakızları gibiydin. Annemin altın gününün orta yerine çöreklenip bohçalarını yere göğe seren çingene Seyhan'dan bile çok heyecanlandırıyordun beni. Bizimle Türk filmi çevirmesen bile sen sokağa çıktığın her an ben betona batıyordum Tayfun. Rüyalarımda hala dişlerinin arasında tuttuğun piponun dumanı gözümü yakıyor bilesin.

Tam otuz yıl sonra, babam bu dünyayı terk edip annemi yalnız bırakınca eski sokağımıza geri döndüm. Heybemde iki eski eş ve dört can yakan ameliyattan başka bir şey yoktu. Dımdızlak kalakalmıştım. Ateş böcekleri ve gizli dumanları görmeyi unutunca, Tayfun'un eve gelmesinden iki gün önce, ben de eve döndüm. Tesadüf mü, orasını siz söyleyin.

İki gün öyle rüzgaaar gibi, kavruk yeller gibi geçti. Şu anda artık mavi sıvası tamamen dökülen Şensözler apartmanından içeri giriyorum. Birazdan merdivenleri çıkacağım, dört numaranın kapısını içi pır pır eden Gaye açacak. Avurtları çökmüş Seyyal abla elinde kırlentleri ile kuru bir hoşgeldin deyip, işlemediği bir suçtan ötürü yılları çürüyen oğlu için, pişirdiği börekleri kontrol etsin diye mutfağa koşturacak. Ben modası geçmiş oymalı koltuklardan birine ilişeceğim. Yıllar boyunca o evi her ziyaret ettiğimde olduğu gibi,  Gaye ile havadan sudan konuşacak duvardaki kelebekli saatte geçen saniyeleri sayacağım. Belki en sonunda kapı çalacak. Ateş böcekleri mor bulutların arasından gelip çiçekli gömleğime konacak. Hala merak ediyorum, bu tren Tucumcari'de mi duracak?

14 Haziran 2015 Pazar

gülmek eğlenmek istiyorum lakin nasıl olur bilmiyorum

Herhalde ilk gençliğimizde, Doğulu bir memlekette aldığımız batılı eğitime körü körüne inanıp sonra da o sayede kazandığımız özeleştiri mekanizmasını pek menem bir şey sandık.. Ölçülere uymayışımızın hıncını da kendimizi bölük pörçük ederek  çıkardık. Bir şeyler sürekli yerine oturmuyordu, biz de nedeni hep Şarklılığımızda buluyor, buraları küçümsüyor, diğer yandan da bize Şark'ta neler olup bittiğini anlatmayan eğitim sistemine veryansın ediyorduk.

Sonra biraz büyüdük, memleketi gezdik filan, alenen Doğu'ya ait olduğumuzu fark ettik. Hatta daha da yaş alıp dünyayı gezmeye başlayınca İran'dan beter Pakistan'a yakın bir görgü, kültür, sanat ve bilinç düzeyi ile başa çıkmamızın mümkün olmadığını kabulleniverdik. Ben ve birkaç arkadaşımı kastediyorum burada. Memlekette bu kadar acı ve saçmalık yaşanırken müzik dinlemeyi, eğlenip gülmeyi dert eden ve bunun için de kendini hiç suçlu filan hissetmeyen azınlığı...

Geçen yirmi yılda, eğlenme kültürümüzde görülen değişiklik, gündelik hayatımıza yansımayınca biraz sersemleşmedim değil. Bir kere memlekette her şekilde ayakta kalmanın ana şartı, gülmek geçmek ve boşvermek. Bu tamam.

Yirmi yıl önce Metallica, Michael Jackson gibi ilk büyük müzik konserlerinde kendini kaybedercesine hipodromları dağıtan o gençlikten şimdi her hafta sonu neredeyse beşer onar düzenlenen müzik festivallerinde tepinmeye kadar geldik. Sevdiğimiz gurupları dinleyebiliyoruz , yeni şeyler keşfediyoruz ama bir türlü asıl derdimiz müzikmiş gibi davranamıyoruz. Hep kafamızda başka bir şeyler var. Sürekli ne kadar şöhretli ve şahane çevrelere sahip olduğumuzu, modern göründüğümüzü beyan etmekle uğraşıyoruz. İnternet de buna tuz biber ekiyor, herkesin herşeyden haberi var, herkes müthiş politize, kimse sadece kendini akışa bırakmıyor.

BU haliyle belki bir Afganistan'dan ne bileyim Tunus'tan, Yemen'den falan fena durumdayız. An'ı hissetmemizi engelleyen milyon tane şeyi çevremize yerleştiriyoruz.  Bir melodinin ritmine kapılıp dansa, dostlarımızla kahkahaya boğulmaya,  müzik festivalinin rahatlamasına kendimizi bırakamayışımızın, aslında çocukluğumuzdan beri  büyük bir mahalle baskısının altında ezilmekten mi kaynaklandığını merak ediyorum. Bu gençlik, tarihinde bir gün olsun, bir şey umursamadan eğlenmeyi düşünebilecek mi acaba?

Barış Uygur Uykusuz'da yazmış;"Elalemin anarşisti bina işgal eder, komün kurar, oy vermez; bizim anarşistlerimiz oy vermek bir yana dursun, ıslak imzalı sandık tutanağı peşinde koşar... Sandık başlarında gencecik arkadaşları gördükçe batılı akranlarının muhtemelen hiç yaşamayacakları bir tecrübeyi, şu son bir buçuk yılda üç kez yaşadıklarını düşündüm. Gençelere gençliklerini borçluyduk üstüne birkaç pazar günü daha borçlandık."
...
mesele kökünde aynı, bizden başka biri olmamız istendikçe kim olduğumuzu bir türlü bulamamaya dolayısıyla da hakkımızı aradığımız meydanlarda sabır yerine öfkeyle sarsılmaya ve müzik dinlemeye gittiğimiz festivallerde bile yalandan eğlenmeye devam edeceğiz.

diğer yandan...
hakkını ararken de eğlenmek mümkünün filmi;

http://www.cbsfilms.com/pride/

11 Haziran 2015 Perşembe

Yemek Ara'larına Son!


Hayatım öğle yemeği aralarına sıkışmış gibi. Ne yaparsam yapayım ana rollerde hep lisedeki kuru kalabalık yer alıyor. Sanki menüde sümüklü bamyaların servis edildiği berbat bir Salı günü lise yemekhanesinden içeri giriyorum ve kuyrukta birbirlerine sağlıklı yaşam tarifleri veren süper dominant Bircanla Şencanı görüyorum. Evlenmeden önceki yaşam sürelerini daha iyi bir av bulmak için bir tür test sürüşü gibi değerlendirip, nikah defterine imza attıktan sonra tüm şuurunu yitiren arkadaşlarım, bunlar işte. Bugün ne kadar steril, ahlaklı ve ucuz AVM geyiği varsa onlardan öğrenebilirsiniz. Muhtemelen son cümleleri de, hayatın tüm sırlarına vakıf olan anneler kulübüne bir türlü katılamayan benim gibi fanilere ne kadar acıdıkları, ile ilgili olacak.

Yürümeye devam ediyorum...
Cancanların hemen ilerisinde, her sınava köpekler gibi çalışıp bunu inkar eden ve sağ omzuna saldığı örgü peliği ile çok havalı görünüp sınıftaki inekliğini perdeleyebileceğini sanan saf Nermin duruyor. Yanına gidip onu sarsmak istiyorum,
Aloo, buradaki en rüküş kadın sensin çünkü o kadar ressam adını, sadece şu sinir bozucu yerde entel görünüp bir sıfata sahip olmak için öğrendiğin gün gibi ortada! İnan bana, yapışkanı yalama olmuş bir yara bandı gibi duran sarkık etekliğini çıkarıp yalancılığını bir kenara bıraksan daha kendin gibi olursun ve böylece yıllardır peşinde olduğun okulun çakma şair çocuğu Özkanın da dikkatini çekebilirsin ha!
Yok, diyemiyorum... Eminim Nermin ömrü boyunca girdiği tüm sınavlardan yüz alacak ama o çok istediği Boğaziçi İşletme mezunu titri ve bir türlü oturtamadığı saç modeli ile ressam adlarını karıştırmaya devam edecek. Onun başka versiyonu bir hatun da gelip bizim ofiste en manzaralı odaya kurulacak. Ardından tuvalet sohbetlerinde ne meşhur bir sanat çevresine sahip olduğu ile övünerek aklınca bizi ezikleyecek.

Lisedeki yemek kuyruğu sanki hiç ilerlemiyor ama ben, ha gayret, bir iki adım daha atıyorum...

Aman Allahım, sakın üzerime sıçramasın, post- çevreci İdil değil mi o?! Afrikanın kadersiz bengalleri ve Antarktikanın kör fokları için para toplayan, bu esnada yerelliği de elden bırakmayıp Hasankeyf sular altında kalmasın diye kendini paralayan İdil, çevresinde biriken ekürileri ile okul aile birliğine darbe girişimi planlıyor. Yemek sırasının en önünde durmuş, daha özgür bir eğitim hayatı için başlatacakları imza kampanyasını örgütleyişini imrenerek izliyorum. Neden sonra İdilin bana yönelen kısık bakışlarından anlıyorum ki, onlara bakarken dişlerimi fazla göstermiş olmalıyım. Yok valla, böylesine hiç bulaşmak istemem.

Sanki öğle yemeği arası koskoca bir zaman tüneline düşüyor. Feleğim şaşıyor.
Kullanım kılavuzumu ele geçirmiş de tüm hayalperestliğimin koca bir kabuk olduğunu anlamış gibi duran Vedat bana sırasını veriyor da İdil ve şürekasından biraz uzaklaşabiliyorum neyse ki...

Biraz sonra bir uğultu yükseliyor. Yemek kuyruğundaki kızlar donup kalmış gibi görünüyor. Çünkü içeri basketbol takımının kaptanı Semih girmiş ve salyalarını silen hatunlara kırıtmakla meşgul kendisi. Beni her gördüğünde düşük omuzlarım, çarpık bacaklarım ve felaket karikatürlerimler dalga geçtiğini bildiğimden fark etmesin diye kafamı çeviriyorum. Nafile bu kez de formamın altına giydiğim Sepultura tişörtüme dil uzatıyor. Üzerinde sahte Shaq dövmeleri bulunan biri tarafından özenti olarak yaftalanmak da ayrı bir zevk tahmin edersiniz.

Artık yeter! Gözümde gittikçe uzayan yemek kuyruğunu es geçip kantinde satılan patates kızartmasını ve goralıyı tırtıklamaya karar veriyorum. Ama hayır bugün şanslı günüm değil tabi ki, işte geçen yıl tüm yemek aralarında bahçedeki ağacın altına oturup Evil Dead ve Kujo konuştuğumuz ilk karın ağrım Metin orada yeni gözdesi Gülşah ile takılıyor. Yok artık, benim rüyalarıma girmesine neden olan Lovecraftları bu kazulet kıza veriyor olamaz değil mi? Acı gerçek yavrum, beyinlerindeki gri hücre eksikliğinden bu salak herifler, bir dişide işe yarayan numaranın hemen hepsinde çalışacağına inanır.

İştahım kapanıyor!
Merdivenlere yöneliyorum. Masa tenisinin önünden geçerken okula yeni gelmiş bir Suriyeli çocuğu sıkıştıran vandallara rastlıyorum. Bunlar da son seçimlerde ortaya çıkan oy dağılımının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini iddia eden felaket tellalları. Çalıştığım medya plazanın kafeteryasına konuşlanıp sabah akşam dövizdeki dalgalanmalardan söz edip kendileri gibi görmedikleri diğer ırkları aşağılayan amip kırıntıları ile aynı familyadanlar yani...

Nihayet okul bahçesine çıkıyorum, ancak bana doğru yaklaşan tehlikeyi çok geç fark ediyorum. Yumurta topuklu ayakkabılarıyla gri paspal paçalarını sürükleyen dangoz okul müdürüm giriş kapısının yanındaki duvara astığımız okul gazetesindeki son yazımın hesabını soracakmış gibi görünüyor. Sürekli beni okuldan atmakla tehdit ederek orta öğretim başarı puanımı baltalamaya çalışan müdür Kemal de bugün itibarıyla, tazminatımı elime tutuşturmadan beni kapı önüne koymaya meraklı embesil patronumun bir kopyası olarak önümde dikiliyor.

Bu bir Diablo Cody filmi olsaydı, hikayeye feminist esanslar katmak için karakterim herkese küfür edip posta koyduktan sonra bir kenara yığılıp kendi haline acır; sonra da efkarını dindirmek için çılgın bir seyahate falan çıkardı. Ya da diyelim doksanların yönsüz kadınlarıyla dalga geçen bir Atıf Yılmaz filmi olsaydı, kafası karışık karakterim pespaye hayatını iplemez, inadına önüne yasak diye konulan yola sapardı.

Heyhat, ortada ne yasak bir yol ne profilime koyacak egzotik bir yemek ya da kendime avatar yapacak ateşli bir dansçı keşfinin yer aldığı bir yolculuk var. Çapsızım işte.

Artık yemek aralarına çıkmak istemiyorum.

Bu aralar ve onu dolduran insanlar, hep birbirine benziyor sanki. Film içinde filmin döndüğü kabuslar gibi... Evde hazırladığı öğle yemeğiyle okulun arkasındaki kömürlükte takılan tuhaf kız olmaya devam ediyorum her seferinde. Ya  da ofiste masamın başında kalıyor ve kendimi yemek sepetinden ısmarladığım büyük boy bir pizzayla, bol vişneli bir çikolatalı pastanın içine gömülürken buluyorum.


8 Haziran 2015 Pazartesi

Own Your Crazy | Gina Brillon: Pacifically Speaking





gina kadın beyninin nasıl çalıştığını anlatıyor...

basit bir problemin salt kendisi değil, çözümü bile mesele yahu bizim için, şalterler hep açık.
bizim beynimiz iblisten ödünç alınmış sanki.
 24 saat çalışan bir düşünme makinesi ve önerisi şu, kızlar çılgınlığınıza sahip çıkın!
P.S. ladies you need chick friends, because they are your support system!

6 Haziran 2015 Cumartesi

Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık!



 YOK mu, VAR
Şunu aklında tut iyice
Çilekte var, altın gibi parlayan ferik elmasında var
Güneşte, gümüş fildişinde
Tahtada, kömürde sütte
Suyun ateş olduğu, ateşin su olduğu yerde var
Kızımıza ördüğün yeşil atkıda bile
Beni seven ellerinde var
Bir sabah geçiyordun
"Bir sabah geçiyordun ne demek"
 Nasıl, niçin ve nereden
Bil ki böyle bir eksiklikte var
Dilini acı yapan tütün kırıntısında
Örneğin bir yolculukta, katran gibi çaylar içtiğin
Kirazlar bavulları akasyalar sevdiğin
Her türlü virajlarda
Ağaççileği gibi, ince çekirdekli
Dile, dişe,damağa yayılan
Akide olan gözlerinde
Gözbebeklerinde yeşim
Yakut olani zümrüt olan damarlarında
Özleminde günbatımı
Yok mu,var.

Nasıl var hem de
Var içimizde bizi eksiltmeden
Dışarda var
Oranda, orantıda, dengede
Bir hüzün bile sinmemiş plastik çiçeklerde
Gene var, yüzünü yıkadın mı, iyi
Sildin kuruladın mı
Çıktın mı sokağa
Yalnız su aramaya gidilen yollarda
İnce bir bardak gibi gövdelenesin diye susuzluk
Orda var.

Ayakların değsin de suya
Sözgelimi herhangi bir Haziranda
Haziranın köylü yüzünde
Çizgili mintanında
Denizlere uçan aklında
Değsin de suya ayakların
Sudan üşüyen parmaklarını çekerken
Tam orada

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı,
Aşkın en büyüğü en dayanılmazı demeli buna

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

Edip Cansever



***Volubilis, North Africa


4 Haziran 2015 Perşembe

aşka düşen kişi, canla baştan geçer*


GözlGözle göremedikleri dışında ilgisini çeken hiçbir şey yoktu artık yeryüzünde. 
Kabuğuna çekilip bu davanın sonuçlanmasını bekleyecekti.  
Sanat tabiattan önce gelir deyince ona bıyık altından güldü. 
Eğer Resan, fazla mütecessis görünüp bu uzun kirpikli beyzadeyi ürkütmekten çekinmese ona neden güldüğünü sorardı. O vakit, eşrefi mahlukatın hayal tarihini bir bir anlatırdı genç adam da kıza. Derdi ki, senin o şaheser saydıkların eğlence peşindeki tuhaf bir büyücü kadının marifeti 1917nin çetin geçen kışında erosun sinsi planına sadık kalan  Kader, Memet ile Kumrunun yollarını bağlamamış olsa, Anadolunun esmer mermerleri Göksu bahçelerine giremezdi. 
Ne Karadenizin dalgaları şairlere ilham olur,  Moda sahillerindeki hüzün ölümsüz tablolara yansır  ne de Galata semalarındaki  nihavend ney sesi kulaklarımızı yakardı. 

İki sersem hasret kavuşmuş olsa boğazın suları mavisini yitirir, rüzgarın dilini yakalama telaşına düşen biçareler terennümü bırakıp Balıklı Rumu ağzına kadar doldururdu. Korkak Kumru bir zahmet edip bekleyeydi, tanrıyla arasındaki yarışmanın mukadder mağlubiyetine kurban gitmezdi aşk. 

Meknes Audutorium, Morrocco

*Aşkın adüşen kişi, Yunus Emre

2 Haziran 2015 Salı

Boğaz kıyılarında can veren domuzlar


  
   Bir hafta içinde Boğazı yüzerek geçmeye çalışan sekizinci domuz, Beykoz sularına yaklaştığı esnada amansız bir akıntıya kapılarak sürüklenip gidince yetkililer, çevre halkının rahatsızlığını gidermek amacıyla, etkili bir önlem almaya karar verdiler. Kesilen ağaçların yarattığı sıkıntıyı dindirecek yeni bir peyzaj düzenlemesi... Gereksiz endişeyi şimdilik giderecek bir çözümdü bu. Zaten köprü inşaatıyla, tüp geçitlerle doğanın dengesinin bozulduğu falan yoktu. Bunlar hep çekemeyenlerin sözleriydi. Bu cenabetlerin ölümleri, eksik parmaklı bebek doğumları hep yüce Rab'in takdiriydi. Başa gelen çekilirdi.

  Kendine bilim adamı diyen bir kitapsızın rivayetine göre, ortalığı kırıp geçiren riyolit nezlesini tetikleyen şeyle domuzları korkutan neden aynıydı. Cezayir menekşeleri ve ücretsiz fesleğen temini, zararlı metallerin yarattığı nezleyi halledebilirdi. Fabrikaların zehirli duman yayan bacalarının mühürlenmesi, okulların alarma geçirilmesi, bağımsız afet organizasyonlarından yardım istenmesi durumu abartmak olurdu şimdilik. Ne yazık ki, şehrin gerdanına yapılan etkili rötuş ve ithal çam ağaçlarının ana yol kenarlarına serpiştirilmesi kimseyi rahatlatmadı. Damarlarına bolca sersemlik şırınga edilmiş kimseler bile geçici çözümlerin vaktinin dolduğunu biliyordu. Yedi tepe tarifsiz bir sıkıntıya mahkum olmuştu.

   Kara bir sis bulutu gibi şehrin üzerine çöken bu tekinsiz hava, sadece esnafın işlerini bozmakla kalmamış devlet dairelerinin de işleyişini durdurmuştu. Git gide trafik, faili meçhul bombalamalar ve hatta işsizlik bile şikayet sıralamasında gerilere itildi. İnsanlar tuhaf bir uyuşuklukla sokaklarda yalpalıyor, günler geceler iç içe geçiyordu. Tüm bu hengame içinde kent sakinlerine yeni bir dert musallat oldu. Anadolu yakası kıyılarında muhtelif kundaklama vakaları tespit edildi. Karadeniz’e yakın kıyılardaki güzelim yalılar birbirinin peşi sıra muammalı yangınların pençesine düşerken onlardan birinin pek kıymetli sakini Gazel Serinses, büyük büyük dedesi muharrir Rasih Tura Beyefendi’den aldığı genlerin hakkını verme derdine düşmüştü. Ortalıkta tuhaf dolaplar dönüyordu ve  Tura soyağacının yaşayan en meraklı üyesi, bu durumdan bir hikaye çıkarmadan rahat etmeyecekti.

   Öncelikle şüpheli ihalelerin gözdesi sabık emlak kralının kardeşi, belediye başkanı Vahit Temiz ile görüştü. Başı işsizlik fonu ve tarihi eserleri restore komisyonu ile dertte olan başkan Vahit, şaka olsun diye bir aslan kafesine kapatıldığı çocukluk yıllarından beri hayvanlardan hiç haz etmiyordu.
“Yaban domuzları sürüyle şehre insin, isterlerse şehrin orta yerinde çiftleşsin, umurum olmaz” deyip işin içinden çıkıverdi.

   Kentin uğursuzluğundan uzak kalmak için temizlik işçilerinin aylıklarından aşırdığı paraları, evli sevgilisiyle başka diyarların altın kumlu tasasız sahillerinde yemek üzere, Gazel hanımefendi ile yaptığı mülakatı yarıda kesip yola çıktı. Bay Temiz'e göre basın; deliren geyiklere, alışveriş merkezlerini basan tilkilere, yurtsuz köstebeklere ilgisini birkaç gün içinde yitirecekti.

   Gazel Serinses, yüreğini sıkıştıran umutsuzluk hissini bu çirkin devlet dairesinde bırakıp kendisini bekleyen sorumlulukları yerine getirmek üzere harekete geçti. Neyse ki çalıştığı bina belediyeye yakındı. Havanın erken karardığı o kış gününde Gazel, tenha sokakta tıngır mıngır yürürken kendini anılara kaptırmaya hayli müsait bir ruh haline doğru sürükleniyordu. Her şey nasıl başladı? Bana söylenen yalana gözlerimi kapamadığımda neredeydim, diye düşündü. Galiba şimdi yanıtlardan çok sorularla ilgilenmeliydi. Durdu, ela gözlerindeki kaygı ve kederi gizleyen kalın çerçeveli gözlüklerini çıkardı ve kızıl gökyüzüne bakıp derin bir nefes aldı. Ertesi günün baskısına bir iki detay eklemek üzere gazete binasına doğru yürümeye devam etti.

   Her ikisi de zamanında büyük büyük dedesinin yakın arkadaşı olan ve talihsiz kurşunlara hedef olarak vakitlerinden önce bu aleme veda etmiş beyefendilerin adını alan sokaklardan geçti. Gazeteye yaklaştıkça çocukluğunu anımsadı. Dudaklarına yerleşen ufak tebessüme engel olamadı. Büyük bir hevesle bu sokaklardaki taşların sayısını not ederek dedesine yazdığı ilginç hikayelere, bu ayrıntıları da eklediği zamanları düşünmek ona iyi geliyordu. Dört kuşaktır ticaretle uğraşan ailesinin ikinci gazeteci üyesiydi o. Rasih Tura’nın mirasını taşıdığı için gurur duyuyordu.

   Yeni Nesil gazetesinin bekçisi Asım efendi, vardiyasının bitmesine yakın binaya giriş yapan Gazel hanımı saygıyla selamladı. Güzelliğinin altını çizmeyen ve  düşünceli duruşuyla hep uzaklardaymış gibi görünen bu asil ve zarif kadın her gördüğünde onda bir ferahlama yaratırdı. Gönül almasını bilir, Bina taşınsa dahi  yadigar Asım efendinin yerinde kalmasını şart koşardı. Ama gazetenin sekreteri huysuz Birgül için aynı hisler geçerli değildi. Sosyete sayfalarında gezinmesi gereken bu kadının bu ruhsuz binadaki varlığından rahatsızdı Birgül. Yalılarda oturup yatlarla gezen zengin bir kadının niye böyle saçlarını sıkıca topuz yapıp, modası geçmiş çan etekleri ve ucuz trençkotları kuşanıp muhabirlik peşine düştüğünü anlamak onun gibi haris huylu, kıt zekalı bir zat için mümkün görünmüyordu.

   Gazel, ikinci kattaki çalışma masasına vardığı vakit, ertesi günkü gazetenin ön baskısı matbaaya henüz gitmişti. Haberlere şöyle bir göz gezdirdi. Her kriz döneminde olduğu gibi yine anlamsız dedikodu ve cinnet haberleri başlıktaydı. Dünyanın garip bir dengesi vardı. İnsanoğlu kötüyü anlamak yerine göz ardı etmeyi tercih ediyordu demek ki. Huzursuzluğunun bitmesi için elinde başkan Vahit'in göreve gelişine dair  dedikoduları doğrulayacak bir delil olsa diye diledi. Yıllar önce Bay Temiz başkan seçilmeden önce hatrı sayılır iş adamlarının çiftliklerinde gizli görüşmelerle onlardan destek istemiş, en sonunda gizli bir tekkede yuvalanan garip bir örgütten yardım dilenmek için Anadolu yollarına düşmüştü. Anlatılana göre, Vahit bir tek randevu bile koparamadan tekke kapıarından geri dönmüş ancak Prens adalarının en büyüğünde katıldığı bir müzayedede bu menfur örgütün gizli elçilerinden bir ecnebi uşak kendisine destek verileceğini gün gelince de kefaretinin alınacağını açık etmişti. Gazel, kulağını her daim delik tutması gerektiğni  erken yaşta öğrenmişse de belgelenmemiş dedikodulara, mesnetsiz hikayelere itibar etmezdi. Yine de  garip bir his geldi çöreklendi içine. Atasından yadigar haber kokusuydu bu. Saygın bir haberci olmadan evvel de sahip olduğu bir şey. Olacakları kilometrelerce öteden fısıldayan bir rüzgar. Annesi bu hisse erken doğumunun neden olduğunu söylerdi ama o hazırlıksız yakalanmasını engelleyen bu hissin ona tabıattan miras olduğuna inanmayı severdi.

   Masasındaki elektronik ekranlı gri ahizeli telefon çaldı. Arayan haber kaynaklarından Aysar’dı. Bir önceki sabah gerçekleşen Kandilli İnci Sultan’daki yangına dair ilginç bir haber verdi.  Osmanlı saray eşrafından pek muhterem İnci efendiden miras yalı, artık ülkenin en mühim ailelerinden birinin bekar ve zengin oğluna aitti. Kagir yalının önemli kısmı tadilattan geçtiği için hasar fazla değildi, lakin garip olan yangın söndürüldükten sonra yalıya giren evsahibinin sanat koleksiyonuna ait önemli parçaların eksik olmasıydı. Ev sahibinin elini çabuk tutması sayesinde pahada ağır gergedan heykelleri koleksiyonu ve gizli bir sanat koleksiyonun da kayıp olduğu haberini verdi. Şefine durumu bildirdi ve yalının sahibini tanıdığını belirtip bu konuda bir haber yapmak üzere onayını aldı.
   Gecenin tuhaf, yapışkan kokusu sandalyesinin arkasındaki açık camdan  içeri dolarken Nevber, işleri dolayısıyla bir süredir evden uzakta bulunan eşi Ahmet’i ve zamanının çoğunu spor kampında geçiren tenis atleti küçük kızı Göknar’ı düşündü. En son ne zaman birlikte seyahat ettiklerini, eğlendiklerini; her şey bir yana aynı masada oturup yemek yediklerini anımsayamadı. Herkes işi, okulu ya da hayalleri için çalışırken bir diğerini unutmuştu galiba. Her gün yinelenen kuru telefon mesajları, sarı kağıtlarına iliştirilen hatırlatma notları ve arkası gelmeyen sevgi sözcükleri...

   Son zamanlarda sürekli nerede yanlış yaptığını düşünüyordu. Ailesini bir arada tutmaya, sosyal hayatta parmakla gösterilen bir hanımefendi olmaya çalışırken kendisi ile konuşmayı unuttuğunu fark etti. Kendisine en son dürüst davrandığında canı yanmıştı. Kimsenin ulaşamayacağı derin bir kovuğa saklanmış oradan çıkması için işini bahane etmişti. Artık kendine haksızlık yapmaktan vazgeçmesi lazımdı. Gazel gibiler dürüstlük ve güveni hayatlarına ana düstur edindiklerinden kısa süreli şaşkınlıklardan sıyrılmaları kolaydır. Ailesine olan ilgisindeki azalmayı tetikleyen şeyin ne olduğunu düşündü. İlk ne zaman kafasının karıştığını hesapladı ve işleri yoluna koymak üzere kendine söz verdi.

   Elindeki haberlerle uğraşmadan önce uzun zamandır ertelediği bir şeyi yapması gerekiyordu.  Bugünü kurmak için geçmişten tamamen sıyrılmalıydı. Sonsuza dek kapatılması gereken sayfası masasındaki en alt çekmecede beklerken kendini ailesine adadığını iddia edemezdi ya. Kendini zorlayarak çekmeceyi açtı orada duran tahta kutuyu alıp masasının üzerine bıraktı. Elektronik ajandasını açıp bir telefon numarası aramaya başladı. Kısacık bir an tüm özü o masadan, binadan hatta o şehirden ayrıldı. Çok uzaklara gitti. Ruhunu kederli günlere taşıyacak bir anı geldi yüreğinin orta yerine oturdu.

   Gazetenin geniş haber bölümünün kuzey kanadında, pek göze çarpmayan bir noktaya yerleştirilmiş masasında oturup bilgisayar ekranına dalan Gazel hanımı o sırada görenler, hummalı bir çalışmanın ortasında sanırdı. Oysa artık ona pek tanıdık gelmeyen, kendisi yerine yakın bir dostunun başından geçmiş gibi anımsadığı bir küçük gölgeye takılıp gitmişti bile çoktan. Karlarda yuvarlanan bir sarmaşık... İki serseri mayın. Evlenmeden önceki hayatının artık kuruyan bu anına vefa borcunu ödeme bahanesiyle kandırdı kendini. İçinde laf anlatması gereken ne çok kişi vardı. Birini sustursa diğeri suçlayacak bir şey bulurdu. Neyse ki, içindeki tüm o geveze sesleri susturacak bir zenginliği vardı. Gazel Serinses için en önemli şey, anı yaşamaktı. Bu yüzden, günün güzel geçmesi için verilen tüm tavizleri değerli bulurdu. O halde aklına gelen düşünceleri savuşturup kutuyu sahibine teslim etmesi gerekiyordu. Kararını vermiş olmanın huzuruyla derin bir nefes aldı. Ajandasını çantasına yerleştirdi. Ertesi günkü programına ait son düzenlemelerini de yapıp saatler gece yarısını gösterirken boş evine gitmek üzere masasından ayrıldı.

22 Mayıs 2015 Cuma

we accept the love we think we deserve*

A town runs through a river, lost in marshy darkness. Overtaken by nature, this place is losing the war against outside forces, just as its sister town lying below the surface of a lake. The above ground survivors are drowning from violence, poverty and abuse with no escape in sight. It’s a curse that keeps them there unless they can finally break it.
Ryan Gosling’s mythical modern day fairy tale “Lost River” is a strange and curious one. Like a Flannery O’Conner southern gothic transported to a decayed and decimated Detroit, the hostile landscape is at once entrancing and horrifying. Gosling creates a landscape that life has abandoned and time has forgotten, and strangeness masks the violence just beneath the surface.
Bones (Iain De Casestecker) is a frustrated boy trying to protect his mother Billy (Christina Hendricks) from the lecherous banker Dave (Ben Mendelsohn) and watch over his toddler-aged brother. Rat (Saoirse Ronan) is the young girl who lives across the street with her grandmother, traumatized by the past. They all live under the terror of Bully (Matt Smith of “Doctor Who” fame), who mangles his enemies with a pair of scissors.
Billy is invited by Dave to work in a horror burlesque-like club where she meets Cat (Eva Mendes), who guides her to ways she can make more money to save her house. But not everything is as it seems, and soon Bones must take a stand and break the town’s curse if he wants to save his loved ones.
“Lost River” is purposefully focused in on Detroit’s decay. Like “It Follows” and “Only Lovers Left Alive,” the setting on which the characters play is a character itself, threatening to swallow the city whole in its darkness, the foreign look of the decay of the American Dream. Bone’s family home is lost to bankers. Rat’s home is ruined by failed promises for a better tomorrow. The scarcity of resources brings power to tyrants like Bully to your front porch. There’s no escape from the American nightmare.
Gosling draws from several directorial influences to create his decaying marshland fairy tale. The most strongly felt is his “Drive” and “Only God Forgives” director, Nicholas Winding Refn. From the bright lights, “Drive” co-star Christina Hendricks, carefully chosen vivid colors and synth soundtrack also featuring “Drive” artists the Chromatics, “Lost River” simply would not exist without Refn’s influence.
But there are also nods in “Lost River” to Stanley Kubrick (“Eyes Wide Shut” and “Barry Lyndon”) and Italian giallo filmmaker Dario Argento (“Suspira”), who had a taste for macabre theatrics and vivid colors. Even the suffocating contraption meant to ensnare Billy is reminiscent of Fritz Lang’s Maria robot from “Metropolis,” another iconic film built on expressionistic foundations. Gosling perhaps lacks the steady control of his camera, but he’s playing with striking symbolism and a colorful palette to make “Lost River” a visually compelling experience.
If he wants to continue down this experimental path, he’s going to have to dive deeper past the obvious references and find his own stylistic flair that will be his own. For now, it’s largely too reminiscent of the masters he’s studied.
The young Canadian director seems fascinated by the concept of decay, the American Dream and how often those two come in sequential order. Gosling is just as fascinated by peeling paint and crumbling architecture of everyone who selects the clickbait ready list of derelict theaters. The characters are simple for the audience to emotionally fill in the blanks as Refn would. That distance is another otherworldly feel in “Lost River” that allows viewers to either get swept away or sink to the bottom. Like Gosling’s last collaboration with Refn, “Only God Forgives,” “Lost River” is not everyone’s ideal swim, but it’s certainly worth the quick dip to check it out.
MONICA CASTILLO from International Business Times



30 Nisan 2015 Perşembe

DUYULUR DÜNYANIN ŞAKASI

"Babaannem son günlerinde yaşlı bir file dönüştü. Derler ki, yaşlı filler ölecekleri günün yaklaştığını sezerler. Birkaç gün önceden başlarını öne eğip kimseye aldırmadan hortumlarını sallayarak çekilirler orman kuytularına… Odasındaki oymalı koltuğa oturdu ve sessizce gökyüzünü izledi.


Perviz’in İngilizcesi olsaydı Al Pacino aç kalırdı. Kiraz’ın doğum günü elli yıl önce yaşanan bir katliama denk geldi. Yeser Ali, bir yıl içinde bir kahramanlık hikâyesi yazmalıydı. Bir çocuk, Flash Gordon’un Mars’tan gelmesini bekliyordu. Petyaların bahçesindeki cadı ağacında köstebek yuvası vardı. Salim Efendi’nin adıyla seciyesi hiç mi hiiiç uyuşmazdı. Esen, kim bilir kaç kere tahtada bekletildi. Sezai’nin annesiyle babası Kahta hamamında tanıştı. Nevvare’ye gün geldi, gökten nur indi.

Feride Çetin, alacakaranlık bir dünyaya ayna tutuyor, fısıltılarla, kaçamak bakışlarla, gizlice, doymaz bir merakla… Acılı, masalsı, az ama öz öykülerden oluşan bir ilk kitapla geliyor. Duyulur Dünyanın Şakası, mayhoş, gıcırtılı ve kelebek tadında hikâyelerin kitabı."



 http://www.iletisim.com.tr/kitap/duyulur-dunyanin-sakasi/9078#.VUKkLqZ4Iy5

27 Nisan 2015 Pazartesi

biliyor musun

Biliyor musun
Aşk şiiri yazmaktan bıktım
Bir gün şöyle bir baktım
Yazdığım bütün şiirler öyle
Bir sarsılma, nedir bu
Bir otuz aşk şiiri daha
Kendimi hiç suçlamadım

Peki o zaman ben neden
Dereceler sokayım koltuğumun altına
Ateşim varsa zaten
Ey gözleri maden
Çünkü aşk bir suçlamadır 

Sonuna kadar yaşanmamışsa
Bir bardak birada yeni bir deniz
Ve yağmur
Eski bir denizde yeni bir ada
Yaşanmamışsa

Sözgelimi Galata'dan Afrika'ya gidiyordum
Korsanları kralları ve bazı ülkeleri
Ve bütün madenleri
Ve kendi sonumu
İyi görmüyordum sonunda
Her türlü madeni
Elimde bir sürü kağıtla
Hazırladım kendimi


Turgut Uyar

*Photo: Africa - Assilah

Monadnock in Early Spring


Cloud-topped and splendid, dominating all
    The little lesser hills which compass thee,
    Thou standest, bright with April’s buoyancy,
Yet holding Winter in some shaded wall
Of stern, steep rock; and startled by the call
    Of Spring, thy trees flush with expectancy
    And cast a cloud of crimson, silently,
Above thy snowy crevices where fall
    Pale shrivelled oak leaves, while the snow beneath
    Melts at their phantom touch. Another year
Is quick with import. Such each year has been.
    Unmoved thou watchest all, and all bequeath
    Some jewel to thy diadem of power,
Thou pledge of greater majesty unseen.

Amy Lowell, 1874 - 1925

poets.org 

25 Nisan 2015 Cumartesi

What is mind control?

Mind control is the process by which individiual or collective freedom of choice and action is compromised by agents who distort perception, motivation, affect, cognition, or behavior. It is accomplished through the basic principles of:

-Conformity: all people being the same.

-Compliance: submission

-Persuasion: influence to comply.

-Guilt and fear arousal: creating a state of mind in which it is difficult to disagree

-Modeling: showing the behaviors

-Identification: unconscious desire to be the same as another person.

These principles are most succesful when combined with a charismatic autharitarian leader, social isolation, physical disomfort, threats, promised rewards, and a compelling ideology, all working over time. 
Philip Zimbardo, APA Monitor on Psychology, november Vol 33(10) 2002.



Deluzyon

Versailles, Fransa'ya halkın hiçbir şey olmadığını, kralınsa her şey olduğunu göstermek için yapılmıştır.
Ufku dar, duyguları zayıf, zevke düşkün ruhlar, oluşturucu etkinliği olmayanlar, XV. Louis ve XVI. Louis'nin kişiliğinde o geniş sarayı miras alır.
Dışarıdan bakınca bu iki kralın yönetiminde  de hiçbir şey değişmemiş gibidir: sınırlar, dil, ahlak, din, ordu ( o önceki güçlü el her şeyi fazlasıyla belirgin bir şekilde biçimlendirmiştir.); yüzyıl sonra bile silinmeyecek gibi... Fakat çok geçmeden o belirgin biçimler içeriğini, kendilerini yaratan güdüden gelen ateş gibi o sıcak maddesini yitirmeye başlar. XV. Louis döneminde Versailles, görüntü olarak değişmez ama anlamı değişir:
3000-4000 hizmetli gösterişli kıyafetleriyle koridorlarda, avlularda koşturup durmaktadır. Hala 2000 at ahırlarda beklemekte, menteşeleri pek güzel yağlanmış olan o yapay teşrifat mekanizması bütün kabullerde , opera şenliklerinde ve maskeli- maskesiz bütün balolarda hala tıkır tıkır çalışmaktadır. Kavalyeler damlar, üstlerinde brokar ipek pliseli, mücevherlerle bezenmiş elbiseleriyle, hala aynalı salonlarla altın pırıltılı odalarda salınıp gezmektedir. Bu saray o zamanki Avrupa'nın en rafine, en uygar sarayıdır güya. Fakat eskiden kabına sığmayıp taşan bir iktidarın ifadesi olan ne varsa,  artık çoktan yalnızca boş döngü, ruhsuz, anlamsız bir işgüzarlık olup çıkmıştır. Yine bir Louis kraldır fakat hükümdar değildir. Olan bitene kayıtsız, kılıbıktır. Bakanları, komutanları, mimarları, başpiskoposları, sanatkarları sarayına toplar. Ama nasıl kendisi bir kral değilse çevresine toplananlar da bir Racine, Turenne, Colbert, Corneille değildirler. Post düşkünü, dalkavuk, entrikacı, biçimlendirmek yerine asalak gibi onun kanını sömürenlerdir yalnızca.
Bu mermerden altın saray içinde artık,  gözüpek planlamalar, azimle girişilen yenilikler, edebiyat yapıtları boy atmaz. Entrika ve hoş görünme bataklığının bitkileridir yalnızca serpilen. Artık önemli olan kişinin işi değil, hileleri, hizmeti değil kayırılmasıdır. En yüksek mevkilere en fazla yerlere eğilenler çıkar. Eylem yerine laf, öz yerine görüntü geçerlidir.  Fransa'yı da gerçekliği de unutmuştur hepsi. Yalnızca kendilerini, kariyer ve eğlencelerini düşünmektedir.
Sosyetenin amatörlerinin oynadığı bu oyun, dünyanın oldum olası gördüğü  en masraflı ve yapay oyundur.

Marie Antoinette  "Vasat bir karakterin Portresi", Stefan Zweig.
 Çev: Tevfik Turan,
Can yayınları 2006.

16 Nisan 2015 Perşembe

the sea of trees

"And then, just the way it was this morning in the hangar, I saw again, as though right then for the first time in my life, I saw everything: the unalterably straight streets, the sparkling glass of the sidewalks, the divine parallelepipeds of the transparent dwellings, the squared harmony of our gray-blue ranks. And so I felt that I - not generations of people, but I myself - I had conquered the old God and the old life, I myself had created all this, and I'm like a tower, I'm afraid to move my elbow for fear of shattering the walls, the cupolas, the machines..." 

We, Yevgeny Zamyatin trans. by Clarence Brown

The golden era (黄金时代, 2014) de Ann Hui



27 Mart 2015 Cuma

"O zamanı geçirmek, o zamandan geçmek"*

"Huzuru, sükunu dağ başlarında, çilede, ney  veya kavalın sesinde arayana şaşarım. huzur kavalın kendisidir, öyle dört delikli, dinleyicisi kudretten sürmeli ve her dem hazır. Yani nihayet derim ki insan, ney falan değil, bizatihi kavalın kendisidir, kendisini dinleteceği en muhterem varlık koyundur. Burada tüm dünya birleşip koyuna ağlasa, yaptığının karşılığı değildir. Buna sebep koyun eti yenmemelidir."
....

"...Bir mahalle dolusu insan bir midir, anamı babamı gördü bildi ise, onlar bu bilmede nerededir? Ayrı olmak memleketimizde çok zordur. Ölümle bile ayrılmazsın, adamı ahrette arar bulur, mezarda perşembe geceleri ziyaret ederler. Günahını bile ayıramazsın. Ben bunlarla denilen yerlere gittim, o işleri de ettim ama benim fikrim şöyle içime çeke çeke günah işlemek, sonra bununla alacağım şekle bakmaktı," diyemezsin. Asil günahın adi hırsızlığa, aşkın şehvet ilişkisine dönüşür."
SULE GURBUZ
Rüya İmiş,  Coşkuyla Ölmek (İletişim Yay., 2012)




"Akıl ideale varmayınca hicve varıyor, diye geçirdi aklından. Böyle bir sözü bu kadar yersiz de olsa kullanabilmekten büyük bir sevinç duyduysa da bu, az sonra pişmanlığa dönüştü. "Keşke belli etmeseydim, altını çizecekleri bir cümleyi mahvettim. Belki, odasına assam bile haklı çıkardım. 'Akıl hiçbir yere varmayınca duvara yazı olur.'"
.....

"Bana renk bile sormayın - bir beyazdan ya da sarıdan ne anladığınızı bilmeden size yanıt veremem."
SULE GURBUZ
Kambur, (İletisim Y., 1992)

*Sule Gürbüz, Coskuyla Sevmek

15 Şubat 2015 Pazar

Sen konuştukça değişecek...

Toplumun göz önünde yaşayan kişilerin kimseye örnek olmak zorunda olmadıklarımı düşünürüm. Hayatı anlamlı kılmak için birbirimize destek olmamız gerekir elbette , ama her şeyden önce birey olmayı anımsamalıyız.

Bugün aktris Beren Saat , benim gözümde önemli bir dönüm noktasına imza attı. Onunla çalıştığım iki yıl boyunca işine duyduğu disipline ve duygusallığına hayran olduğum bu güzel kadın bugün paylaştığı samimi satırlarda, Türkiye'de kadın olmanın ne kadar uzun ve zor bir yolculuk olduğunu anlattı.Hemen hepimizin sözcüsü oldu ve toplumun hangi kesiminden olursak olalım tehlike altında olduğumuzu gösterdı.Biizim gibi kadın katliamının ve tacizinin normal sayıldığı ve hatta devlet gözünde tacizin meşru ilan edildiği toplumlarda bu adım önemlidir. kadınların kurtuluşu dayanışmada.
Biz kendimize dürüst oldukça daha çok genç kızın hayatını kurtaracağız. bir şeyleri değiştirebileceğimize dair umudumuzu yitirdiğimiz gün kaybederiz.

BEREN SAAT bugün birşeyleri değiştirdi, bunu zaman geçtikçe göreceğiz.

18 Ocak 2015 Pazar

Saka yavrularını azat mevsimi

Hep uzaklarda aldım sevdiklerimi kaybettiğim haberini. Belki onların bu dünyayı terk edeceklerini hissettiğimden, o acı ile yüzleşmekten korkup kaçmışımdır yaşadığım şehirden. Yeterince dua etmemişimdir belki. Biraz daha burada kalsınlar diye. Bu kez tüm mumları yakıyorum.

On iki yaşımdaydım, yeni bir semtte yeni bir okula başlamıştım. Okuduğum çizgi romanlarda marslılara rastlayınca rahatlıyor, gelip beni bu dünyadan alacakları günü dört gözle bekliyordum. Dünya dışı gezegenleri notalar, suluboyalar ve ormanlarla dolu bir yer gibi tahayyül ediyordum. Tek arkadaşım başka şehre taşınmıştı. Ablam yeni yeni karşı cinsi keşfediyor diye kıskançlıktan ölüyordum, çünkü ben çirkin bir ördek yavrusu olduğumdan kimsenin dikkatini çekmiyordum. Kuzenlerim vardı oynayacak, ama onlar bir başka ülkeden gelip yanımıza yerleşen istilacılardı ve ben hiç misafirperver değildim. Evimizin havasını kirleten amiplermiş gibi tiksinç bir muamelede bulunuyordum onlara.

Okulda kavgacı tavrım ve annemin çırpı vücudumu gizlemek için giydirdiği beş kat giysiden dolayı yaşıtlarım benden uzak duruyordu. Aynı zamanda tarih ve coğrafya dersi de veren müzik öğretmeni için kendimi beğenmiş bir velettim ve benim gibi çok soru soranları dizginlemenin tek yolu onları sınıfta bırakmaktı. Müzikten zayıf almak hayatımı karartmıştı. Teneffüslerde dışarı çıkmazdım, çıkarsam paltomu yerlere atılmış ve defterlerimi yırtılmış bulacağımı bildiğimden...

O lanetlenmiş yıl tek bir şey oldu... Küçük, minik bir şey...

 ve ben artık yeryüzünde kalacağımı, burayı sevmem gerektiğini kabullendim.

 Okulun kuzey ucunda ufak bir koruluk vardı. O koruluğun yanında da bir bakkal. Öğle tatilinde çocuklar oraya takılırdı. Bir öğleden sonra kola almak için gittim ben de. Bizim evde kola içmek yasaktı; ben de okul sınırları dışında içersem kimse beni her yerde gözü olduğundan şüphelendiğim anneme ispiyon etmez, diye düşünmüş olacağım. Neyse bakkaldan kola alırken sınıftan birkaç kişiyi gördüm, dükkandan alışveriş eden bir kadını çekiştiriyorlardı. Sonra baktım kadını takip etmeye başladılar. Ben de hafiyelik içgüdülerimi dizginleyemedim takıldım peşlerine. Kadın çok yakındaki bir bahçeye girdi, gözden kayboldu. Çocuklar o evde çok önemli birinin yaşadığından söz ettiler. Çok heyecanlanmıştım çünkü ben de bir gün önemli biri olursam, paltomun yerlerde sürüklenmeyeceğini ve kimsenin ten rengimle dalga geçmeyeceğini düşünüyordum. O zamanlar sınıftakilerin en çok kurduğu iki cümle, “anladıysam feride olayım ya da yağmur yağıyor feride camdan bakıyordu.”

Yaklaşık bir hafta o evi gözledim. Bahçe avlusunun dibine çöker evden gelen müzik seslerine kulak verirdim. Bir gün evden bir adam çıktı, okulu falan unutup onu tren istasyonuna dek takip ettim. Sokak aralarında soluklanıp uzun uzun denizi izlemesinde bir mana aradım. Sonra bilmiyorum neden, adamın arkasına yaklaşıp kuş sesleri çıkarmaya başladım. Trene binmeden beni fark etmesini sağlamak istemiş olabilirim. Tren yolunun altında durup cik cik öttüm. Adam arkasını döndü, gözlüklerinin ardından ufak bir gülümseme ile “saka mevsimi mi?” diye sordu. Korktum, çünkü o güne dek taklitlerimle ilgilenen kimse olmamıştı. Bir şey söylemeden yokuşa doğru koştum. O vakitlerde daha çok, düğünlerde gösterdiğim masa üstü performanslarıyla dikkat çekmeye alışık bir cüceydim.

 Sonraki günler adamı takip etmeye devam ettim, bazen orada olduğumu bilirdi bazen beni görmeyecek kadar dalgın olurdu. Mütevazi evden güzel müzik sesleri yükselirdi, zarif eşi sokakta gördüğü çocuklara kurabiye dağıtırdı, bazen o gözlüklü adam kitaplar verirdi komşularına... Bir gün yine parmaklıkların ardına tünemiş evi dikizlerken, iki polis arabası geldi evin önüne. Ne olduğunu anlamadım. Ama kenara sinip görünmezlik pelerinim olması için dua ettiğimi anımsıyorum. Sonra sert bir sesin kuş gibi öttüğünü işittim. Kafamı kaldırdım, gözlüklü adam polis arabasına doğru binerken kuş gibi ötüyordu. Bir an için bana gülümsediğini gördüm, ya da öyle görmek istemiş olabilirim. Ama beni gözyaşlarına boğacak kadar anlamlı bir andı, yalnız olmadığımı hissettiren ufacık bir göz seyirmesi...

O gün okula dönüp güzel yazı dersine girdim ve durup dururken “neden özgür değiliz” başlıklı bir kompozisyon yazdım. Nokta dergisinde adını okuduğum diktatörler hakkında bir yazıydı. On iki yaşında hangi felaket ucube bir yazıda çiçekler böcekler yerine, Hitler ve Franco’dan bahsederse arkadaşları tarafından dışlanmayı göze almalıdır. Bilmem belki her yaşta bu böyledir.

Ama o gün, Türkçe öğretmenim Aysel Değer bana yaklaşıp “nefes aldığım sürece hayal kurmaya devam etmemi, istersem yazarak insanları özgür kılabileceğimi” fısıldadı kulağıma. Mucize gibi bir şeydi. O gece yatağıma uzandığımda Marslılar ile bir anlaşma yaptım; “Şimdilik gelip beni almanıza gerek yok. Burada da benimle aynı gezegenden birilerini bulabilirim.” Rüyamda gözlüklü adamı gördüm o gece. Menekşe plajında sakaları göğe salıyorduk. Saka yavruları için azat mevsimi gelmişti.


Manhattan, 2015


 Yaşar Kemal için...