31 Temmuz 2015 Cuma

doğruluk testi

Başarılı fikirler ancak geriye dönüp baktığımızda anlaşılır, o gün için iyi olup olmadığını anlamak  neredeyse tanrısal bir öngörü ve geniş bir bilgi düzeyi ister. İnsanlar ilk olarak gözlerinin boyandığı şeyin peşinde koşarlar. Mega projelerin, duble yolların, bölge devi olmanın... Oysa dünyayı değiştiren, ona iyi gelen fikirler ve idealler hep kanıtlanmamış ve riskli görülen adımlardan çıkar.

Belki de bu yüzden bir yere turist olarak giden insan, o ülkedeki savaş çığırtkanlığı yaparak iktdarını sağlamlaştırmış adamların mezarlarını görmek yerine koşarak sanatçıların, filozofların, barışı destekleyen fikir adamlarının anıtlarını ziyaret eder. Çünkü kendini karanlığa hapsetmiş olsa da her insanoğlu, ölümsüzlüğün altın taharet musluklarıyla kaplı saraylarda değil, barışla dolu hayallerde saklı olduğunu içten içe sezer.

Apple yöneticilerinden Guy Kawasaki'nin "Doğruluk Testi" adında bir kitabı var, şirketlerde daha çok verim sağlamanın yolları anlatılıyor. Para kazanmak, bölgesel güç sahibi olmak sahte ve aptalca yalanlardır diyor. İnsanın motive olmak için hayatında bir anlama gereksindiğini belirtiyor . İnsanlar ancak kendilerini, dünyaya faydalı olduklarına inandıkları ölçüde verimli kılabilir diyor. En nihayetinde hepimiz misafiriz. Devletler de şirketler gibidir diye devam ediyor Kawasaki. Vatandaşlarının ihtiyaçlarını ön planda tutarak tüm dünyaya faydalı olmaya çalışanlar uzun vadede kazanır. Bazıları da ironik sloganları ile der ki; "herkes konuşur, ve bir koltuk uğruna birileri savaşı çıkartır."

zira ülke haritalarını, ne din savaşları ne de şanlı ecdad masalları belirler. Çokuluslu şirketler azalan rezervler üzerinde pazarlıklarını sürdürürken maşalar gündelik kavgaların peşinde oyalanıp durur.
--

Bu oyalanma halini, birinci dünya savaşı sonrasının işgal altındaki istanbul'unu anlatarak şahane betimleyen tanpınar'dan alıntı...

"ben ve bütün arkadaşlarım, herkes günün şartları içinde olsa bile yine her zamanki gibi yaşıyorduk. Ölüm tırpanını yine işletiyor ve o konuştukça her zaman olduğu gibi bütün sesler susuyor, aşk müphem ümitler yine içimizde yalancı aynalarını oynatıyorlar, herkes yine eskisi gibi seviyor, birleşiyor, ayrılıyor, çocuklar doğuyordu.  Fakat hadiselere ve kendimize biraz dikkat ettiğimiz zaman bütün bu işler, tabiat çarkının bu tabii dönüşü, çok zalim bir şuurun, bir nevi çok zalim bir meleğin emri altında oluyordu. İstanbul esirdi ve hepimizi taşıyan içtimai gemi alevler içindeydi."

                                                      Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler 1950.




15 Temmuz 2015 Çarşamba

Mizah hemen şimdi!

Şehir hatlarında, toplu taşıma araçlarında seyahat ettiğin vakit koltuğunun altında mizah dergisi bulundurmak adettendir bizim tayfa arasında. Sonra da muhtelif yerlere onu bırakmak. Bazen kendi aramızda iddiaya bile girer, biz bıraktıktan sonra dergiyi kim alacak okuyacak proflini çıkarır, sonra bir kuytuya sinip dergiye göz atanları dikizleriz. Hayatı güzelleştiren "derin hakikatler"... 

Geçtiğimiz günlerde saldırıya uğrayan(!) Tophane Depo'daki harika güzellikteki Aziz Nesin'in 100 yılı şerefine düzenlenen sergide de; ustanın anımsattığı gibi, mizah barış ve dostluğun işaretidir. "Hiç gülerken çirkin duran bir yüz gördünüz mü? Bu dünyayı olduğundan daha güzel bir yere dönüştürmenin yoludur gülmece." 

Bir kadını en güzel gösterecek makyaj, gülümsemesi ve hatta doya doya kahkahalara boğulmasıdır. 

Bir başka ustanın Rıfat Ilgaz'ın dediği gibi, "Topluma bakış açısıdır mizah.Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir, edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir." Doğasında mizah yerine savaşı barındıranların ondan korkmasının nedeni de, insanın düştüğü her hali en çıplak haliyle anlatıyor oluşundandır. Diline mizah katmış her yazarı okurken damağında tatlı bir lezzet kalır. En derin kederden bizi çıkarır, egomuzun saçmalıklarını yüzümüze vurur ve yeryüzünü tarumar eden türümüzün yarattığı saçmalıkları göstererek hep keyiflendirir bizi.

Sözsüz anlaşmanızı da sağlar hem.  

dünyanın sonuymuş gibi görünen ergenlik dertlerinden , aşk acılarından yalpaladığımız zamanları anımsıyorum da "neyin var?" diye soran her sıcak gülümseme masada bir mizah dergisi unutarak ayrılırdı yanımdan. o yüzden galiba ben, mizah dergilerine abone, çizgi roman sever ve karikatür biriktiren inanlara tutuldum en çok. 

bu kadar komik (!) bir vakitte mizah dergilerinin satışları azalmışken onlara daha çok sarılmamız bu yüzden. Memleketten uzaktaki dostlara postayla mizah dergisi yollamamız bu yüzden ve de biz uzaklardayken mizah dergilerini bize yollayanlara daha bir sıkı sarılmamız bu yüzden.



1 Temmuz 2015 Çarşamba

ateş böceklerinin düellosu

Tüm gün evlerinde bir tedirginlik; annesi ne yemek yapsın, hangi sararmış kırlentini çıkarıp televizyon sehpasına sersin bilemiyor. Gaye'nin yüzünü hiç anımsamadığı ağabeyi bugün hapisten çıkıyor. Ben az biraz hatırlıyorum Tayfun'u. Bizim sokağa ilk taşındıkları gün, üzerinde Lee Van Cleef tişörtü vardı.

Babamın pazar sabahları olağanüstü hal ilan edip tüm ahaliyi spagetti western izlemeye mecbur bırakmasından bu zat-ı muhteremin, van Cleef'in, ismine aşinaydım. Alman atalarının koca bir nesli üfürmesinin kefaretini ödermişçesine hep kötü adam rollerine layık görülen Cleef bey, çoğunluğun üzerinde yarattığı korkunun aksine bende bir hayranlık duygusu uyandırırdı. Karşısındaki can çekişirken onun gözlerinde kıvılcımlanan ateş böcekleri ve hain gülümsemesinin altında yatan alay, beni daha o yaşta hiç kimsenin nedensiz yere kötü olamayacağına inandırmıştı. Sokağımızın sonunda bir türlü bitmeyen sağlık ocağı inşaatında öğleden sonraları üç beş çocuk toplanıp Kara Murat oynadığımız zamanlarda ben Lee van Cleef olmak isterdim. Bizim çocuklar adamın adını bilmezdi, ben de kirli yüz kod adını kullanırdım. Onun alnına benzesin diye sivilceli alnımı kırıştırıp o gün kim tarafından canlandırılıyorsa bizans tekfurunu tehdit ederdim. Eğer istediğim haracı hemen çıkarıp vermezlerse sağ cebimdeki plastik baretta tabanca ile onu öteki dünyaya göndereceğim tehdidini savururdum. İşte yine böyle bir gün, Osmanlı akıncılarını hazırola dikmiş, soğukkanlılıkla sırıtırken inşaatın ortasında; yeni bir ses bizim keli, çukuru bol, cümbüşü de her daim yerinde mahallemize intikal etti. Tayfun'u ilk orada gördüm. Yüzünü hiç anımsamıyorum ama birkaç dakika durup etrafı süzerkenki hali aklımda. Onun da gözlerinde ateş böcekleri vardı. Heyecanlanmamak ne mümkün... Diğerlerinin itirazına aldırmadan, oyunu bıraktım. Koşarak bizim evin bahçe duvarının arkasına gittim. Orada etrafı dikizlemek için açtığım ufacık bir delik vardı. Annem evdeki işleri bitirip derslerimi tamamlamadığımda sokağa çıkmama izin vermediğinden o bahçe duvarının arkasındaki deliğimin ardına konuşlanır, gelen geçeni gözetlerdim. Deliğin ardında durmuş bunların eşya taşımalarını izlerken, Van Cleef sokağa taşınırsa ben artık kendime bir başkasını bulmalıyım diye düşündüm ilk olarak. Daha o günden hesapçı biriydim, hep bir sonraki adımımın ne olacağını planlar ve o adımı en inandırıcı biçimde atmak için bir an önce araştırmaya girişmek isterdim. Ben böyle yeni canlandıracağım karakter hakkında düşünür; Mavi Ay'daki Maddie Hayes ile Charles in Charge'daki Buddy arasında gidip gelirken, annem kapıdan seslendi. Biraz akıtma yapmış, "Yeni gelen komşular açtır şimdi. Git bir hoşgeldiniz, bunları annem gönderdi, de" lafıyla elime koca bir tepsi tutuşturuverdi.

Şikayet etmeden tepsiyi aldım ve yeni bay kirli yüzle tanışmak için Şensözler apartmanına doğru ilerledim. Apartmanın ikinci katına taşınıyorlardı, dairenin kapısı zaten açıktı ve ben içeri başımı uzatmadan, kucağında iki üç yaşlarında kumral lüleli, sonradan adının Gaye olduğunu öğreneceğim bir kız çocuğu ile bir kadın beni karşıladı. Seyyal teyze yarım dünya gibi kadındı. Akıtmaları görünce keyiflendi. Teşekkür ederek, tepsiyi akşam geri yollayacağını söyledi. İçeri davet etmesini, bir iki söz etmesini bekledim ama hevesim kursağımda bizim eve geri döndüm. Ben eve dönerken babam da küçük deri çantasıyla işten geliyordu ve bu yemek saatinin de geldiğinin işaretiydi.

Akşam yemeği boyunca annem o gün pazarda duyduğu dedikoduları babama yetiştirdi, babam göz ucuyla haberleri izleyip arada sırada onun söylediklerine baş sallamakla yetindi. Bense sürekli yeni bir rol model arıyordum. Niye bilmem, hiç pazarlık etmeden Van Cleef rolünü mahalleye yeni gelen o çocuğa teslim edivermiştim. Yemek sonrası masayı topladım, babamın ayakları rahatlasın diye içine iki çay bardağı tuz boca ettiğim ılık suyla dolu leğeni hazırladım ve televizyonun karşısındaki yerime yayıldım. Saat kaçtı bilmiyorum zil çaldı. Annem cin tabi, hemen "Tepsi geldi, nihayet." deyiverdi. Babamın ikazlarına aldırmadan hızla öne atıldım ve müstaki evimizin merdivenlerini uçarak indim. Demir dış kapıyı açtım. Karşımdaydı işte kirli yüz. Bir şeyler söylüyordu, sesi çok uzaklarda bir yerlere takılıyor da bana ulaşamıyor gibiydi. Gözlerinin içindeki ateş böceklerinin dansına öylesine kaptırmıştım ki kendimi, kulaklarım uğulduyordu dediklerini anlamıyordum. Tepsiyi verdi, ben de tek nefeste "Bu tren Tucumcari'de duracak!" dedim.  Bu replik ağzımdan nasıl çıktı bilmiyorum, ama dedim işte. O an ateş böcekleri dans etmeyi bıraktı,  oldukları yerde durdular ve yaydıkları sarı-kırmızı ışıklar mora dönüverdi. Ben onu bizim kurak sokağımıza girdiği an tanımıştım ve ona göndereceğim yarım dudak gülümsemem hazırdı çoktan. Oysa... Kirli yüz beni o an görmüştü.

Birisi tarafından görülmek önemlidir, buna hazırlıksız olanlar bir şaşalar önce, sonra bir böbürlenir, zaten çoğunluk hoşlanır bundan. İnsana tuhaf bir güç, bu dünyada bir anlam olduğu duygusu verir çünkü, biri tarafından görülmek. Ürken azdır bu halden. Sobelendiğini düşünüp saklanacak kovuk arayan azdır... Şimdi düşünüyorum da, Tayfun'un o zaman ürküp bir anda merdivenlere yönelmesinde yabanilikle yaftalanamayacak kadar derin bir şey vardı. Ben o sersem aklımla, o repliğimin devamını getirecek, hınzır mınzır "Bir dahaki trenin gelişine vakit var!" falan diyecek sanıyordum. O yaşımdan  beri hiç değişmeyen huyumdur bu; hayatın kendisi benim yazdığım finalleri uygulamıyor diye sürprizleri sevmem, zamanın anlık hızlanıp yavaşlamalarına akıl erdiremem.

Ertesi gün sokaktaki her yeni haberi bize yetiştirmesiyle ünlü bakkalı çırağı Doğan'dan kirli yüzün adını öğrendim. Tayfun. İnşaat artıklarını tırtıklayıp derin pantolon ceplerime zulaladığım mozaik parçaları gibiydin Tayfun. Çırak Doğan'ı lafa tutup bakkal kasasının önündeki raflardan aşırdığım Turbo sakızları gibiydin. Annemin altın gününün orta yerine çöreklenip bohçalarını yere göğe seren çingene Seyhan'dan bile çok heyecanlandırıyordun beni. Bizimle Türk filmi çevirmesen bile sen sokağa çıktığın her an ben betona batıyordum Tayfun. Rüyalarımda hala dişlerinin arasında tuttuğun piponun dumanı gözümü yakıyor bilesin.

Tam otuz yıl sonra, babam bu dünyayı terk edip annemi yalnız bırakınca eski sokağımıza geri döndüm. Heybemde iki eski eş ve dört can yakan ameliyattan başka bir şey yoktu. Dımdızlak kalakalmıştım. Ateş böcekleri ve gizli dumanları görmeyi unutunca, Tayfun'un eve gelmesinden iki gün önce, ben de eve döndüm. Tesadüf mü, orasını siz söyleyin.

İki gün öyle rüzgaaar gibi, kavruk yeller gibi geçti. Şu anda artık mavi sıvası tamamen dökülen Şensözler apartmanından içeri giriyorum. Birazdan merdivenleri çıkacağım, dört numaranın kapısını içi pır pır eden Gaye açacak. Avurtları çökmüş Seyyal abla elinde kırlentleri ile kuru bir hoşgeldin deyip, işlemediği bir suçtan ötürü yılları çürüyen oğlu için, pişirdiği börekleri kontrol etsin diye mutfağa koşturacak. Ben modası geçmiş oymalı koltuklardan birine ilişeceğim. Yıllar boyunca o evi her ziyaret ettiğimde olduğu gibi,  Gaye ile havadan sudan konuşacak duvardaki kelebekli saatte geçen saniyeleri sayacağım. Belki en sonunda kapı çalacak. Ateş böcekleri mor bulutların arasından gelip çiçekli gömleğime konacak. Hala merak ediyorum, bu tren Tucumcari'de mi duracak?