27 Aralık 2016 Salı

Mavi Sandık


  Dört beş yaşlarımın ormanındayım. Leblebi tozlarıyla ve evimizin karşısındaki top sahasındaki çamur tepesinden yapılma köftelerle dolu bir dünyam var. Annemin sarı odalara sığmayan hayal gücü sayesinde el emeğinin önemini kavrayıvermişim. Yalnız uygulamaya geçmek için tığ değil, erkek işini seçmişim. Tahta oymaya, elektrik teli döşemeye meraklıyım. Babamı teslim alan gece vardiyalarından fırsat kalırsa, ona tornavida uzatmak için dahi olsa paçasına yapışıyorum. Ek işlere gider de beni yanında götürürse; kahramanımı görebileceğim kadar daracık o zaman. Plansız bir gebelikle gelen ve erkek olamayan varlığım için ince kedi sesimle af diliyor ve babam beni sonsuz sevsin istiyorum. Demir kapılarla apartman otomatlarının sesi eşleştiği her an dilediğim oluyor, hissediyorum. Her şey tam! Bir eksik varsa da; ailece gittiğimiz pikniklerde sığındığım ağaç kovuklarında yuvalanan periler gedikleri tıkayacak, biliyorum.

   Söz dinlemeyen Orfe'nin talihini takip ettim; yılanlar dolandı o koruluklarda ayaklarıma. Babam bir iş kazasında, elektrik trafosu patlamasında ağır yaralandı. Annem refakatçi olarak Cerrahpaşa’ya, hastaneye gitti. Biz ablamla neler olduğunu günlerce bilemedik. Komşularımız Ayşe ablaların bazen de Samet amcaların evinde kaldık. Yer altı aleminin karanlıklarından çıkana dek, ağaç perilerinin yüzüne bakmamam gerekirdi. Sözümü tutamadığım için terk edilmiştim işte. Bu, nefrit rahatsızlığımdan ötürü ana babamdan ayrı düşüşümden sonra; gecenin ikinci kez beni sarmaladığına işaretti. Uyku ve gece... Işığa tahammül edemiyor, sürekli kendimi tuvaletlere kilitliyordum. Bize bakan komşular da ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Zavallılar belki kendi evimin havasını koklarsam ferahlarım diye, beni iki arada bir derede dolaştırıyorlardı.

   Evimizde Deliorman’dan gelen mavi çiçekli bir sandık vardı. İçeri girer girmez bu ata yadigarının önüne gider, kapağını güç bela kaldırıp;
 “Domuuuuuzlar kaçııııın” diye bağırırdım.
Neden bilmem domuzlara seslendikçe rahatlardım. Sonra içim geçene dek ağlardım. Beni sandığın başından alıp nasıl eve taşıyorlardı acaba? Muhtemelen ablacığım sonraki yıllar da her dara düştüğümde yaptığı gibi, başımı omzuna dayayıp bir ninni söylüyordu. İşte o zaman derin esir mağaralarından çıkıp göğe yükseliyordum.

   Babam ve annem hastaneden döndüler. Bir süre babamın yattığı odaya girmemiz yasaklandı. O günleri hep kapı aralıklarından, apartman boşluklarından dinlediğim fısıltılarla anımsıyorum. Parmağının ucuyla şehri ışıklara boğan babamın bazı vücut kısımlarından alınan deri parçaları kollarına ve göğsüne nakil edilmişti. Mumya gibi yattı yatağında. Ben ıhlamur ağacı yapraklarından muska yapıp o sandığa yerleştirdim. Babamın acısı sandığa hapsolsun diye... Mavi sandık beni dinlemedi. Sonraki yıllar ailedeki beş kişinin de vücuduna birer yanık izi taşıdı. Feleğin işine bakın, ben yüzümü kaynar suyla yaktım ve oluşan lekeler domuz yağından yapılan bir solüsyon sayesinde geçti. Domuzlar kaçmadı. Hayatımız zorlaştı. Biz oturduğumuz evimizden ayrıldık. Kuş adlarıyla bezeli Kanarya mahallesine taşındık. Ne öğrendiysem kökleri orada geçen yedi yıllık çocukluğumda gömülüdür.

   Kalabalık aile sofralarında kimileyin dillendirip güleriz, yanık aile. Hiç büyümemiş... Bu bizim hayatla yaptığımız bir anlaşma gibidir. Birinin canı acıyınca diğerinin gidip aynı hissi yaşamak istemesi. Mavi sandık ve yanık deriler anlaşması...

*****

    Sanıyorum öfke duygusu ile tanışmam babamı o halde görünce olmuştu. Bakımı yapılmamış trafolara, hissiz patronlara ve hatta tüm şebekelere öfkelendim. Çabucak büyümeyi seçtim. Öfke ondan sonra hayatımda belirleyici bir enerjiye dönüştü. Yıllarca kameranın önünde ardında, hayat yakıtımı hep bu savunma mekanizmasından aldım. Sonra öfkenin yüreğimde yarattığı o yanardağ çukurunu kapamam zor oldu. Metafor kullanmadan gerçek anlamıyla söyleyeyim, çöl vahalarında ve okyanus kıyılarında yaşayan bilge insanların peşine düştüm. Dünyanın ruhunu sağalttıklarını düşündüğüm büyücü kadınlardan, latifelerle bezeli kendi yaralı deri hikayelerini dinlemem gerekti. Yaşamın anlamını falan değil, sadece öfkemi dindirmeyi öğretsinler bana istedim.



  Bugün o mavi sandık ablamın evindedir. Küçük yeğenim onunla dilek oyunu oynamayı sever. Affetmek erdemdir, hatırlamak hikaye... Babamın elleri ve kollarında derin yanık izleri durur. Dikkatle bakanlar benim de çenemde benzer izleri sürerler.




Fotoğraf: Muhsin Akgün

13 Aralık 2016 Salı

Cüzdan

“Çocukluğumdan beri bir hırsız gibi çalıp çırpmayı sevsem de; an gelir mutlaka aldığımı geri veririm.”                        


   Başlangıç diye bir şey yok. Herkes gibi ben de bir yol bulup yeryüzüne merhaba dedim. Kalabalıkta sürüklenip durdum. Tam şu anda ise aynada yüzüme bakıyor, kim olduğumu anımsayamıyorum. Yüzümde hafif bir makyaj, elimde bir cüzdan var. İçindeki fotoğraflara, kimliklere bakılırsa cüzdan, bana ait değil. Duvardaki tabelada yazdığına göre Büyük Londra otelindeyim. Bu daracık tuvalette kim cüzdanını unuttuysa, çok yazık. Çünkü cüzdanı cebime atıyorum. Sakince tuvaletten çıkıyorum. Lobiye gelince nerede oturduğumu bulmaya çalışıyorum. Buraya yalnız mı gelmiştim, yoksa biriyle randevum mu vardı? Barda oturan boş bakışlı sarışın eliyle yanındaki sandalyeyi işaret ediyor. Demek ki buraya bu bönle buluşmaya geldim. Yanına gidiyorum. Bir içki ısmarlıyor bana ve son politik sızıntıyla düşürülen faizlerden söz ederek beni tavlamaya çalışıyor. Giydikleri üzerine oturmayan, sürekli gözlerini benimkilerden kaçırarak konuşan bu herife katlanamıyorum. Neyse ki, panik içinde bir kadın, barmene yaklaşıp tuvalette kaybettiği cüzdanını soruyor. Biraz keyfim yerine geliyor. Artık bardan ayrılabilir, gönül rahatlığıyla şehvet sularına dalabilirim. Böylelikle yarım saat evvel Odakule’de olduğumu, hep aynı yerde duran çiçekçinin yanına çökmüş zırıldadığımı da  hatırlarım.



   Kalbimin kırıklığını bu cüzdan tamir ediveriyor. Ona kavuşmadan önce olmak istediğim tek yer, şehrin kanalizasyonlarıydı. Sersem rüzgarda, çingenenin etrafa savrulan papatya yaprakları gibi havada taklalar atarak su birikintilerine inmek ve oradan en yakın mazgala ilerleyerek kuytularda kaybolmak istiyordum. Geri dönüp bakınca cadı martavallarının o anda okunduğunu ve kaderimin tam o saniyede düğümlendiğini sanabilirsiniz. Gözünüzde canlandırın, dizlerimin bağı çözülmüş, sümüklerim çeneme duble yol inşa etmiş... Yine de telefonumu sımsıkı tutuyorum. Sanki o, benim hayat güvencem. Elimde telefonum olmadığı ve titreşmediği zaman boşlukta hissederim de.. Ah başlamıştık değil mi? Merhaba, şimdi bu cüzdanla yeni bir kadın gibiyim. 

3 Aralık 2016 Cumartesi

Pierrot Le Fou - Trailer



18'imde izlediğimde tüm ukalalığımla; "ne var ki bu abuk gangster hikayesinde?" diyordum. Sonra n'olduysa oldu, hayat (!) oldu. Her yıl seremoniyle izlediğim başucu filmime dönüştü.

İyi ki doğdun "Çılgın Pierrot"!

Gerçek hayat sokakta olsa ve sinema taklitten başka bir şey olmasa da; sen tatil gibisin. Hiç bitmesin istediğin ama mutlaka sonu gelen bir tatil, 'aşk' gibi bir film'sin...

13 Kasım 2016 Pazar

Mars'a bir bilet


Bu aralar geleceğimle ilgili nahoş hisler taşıyorsunuz, biliyorum ancak; Ulaştırma Bakanlığı’ndaki iletişim asistanlığı işimden ayrıldığımdan beri ilk kez yüzüm gülüyor. Neler atlattım baksanıza, memlekette cadı avı başlayınca terör örgütü mensubu yaftasından kurtulamadım. Kriptolu telefonlardan ve sinyal şifrelemekten bihaber olan bendenizin beter durumlara düşmesini görmeseydiniz keşke. Zamanında gözünü açık bağlantılarını sıkı tut, diye seni uyarmıştım diyeceksiniz. Lakin zamanlama konusunda pek bir beceriksizimdir, bilirsiniz. Son günlerde kapı altlarından sızıveren karanlık suların içindeki zehirli atıklarla bir tutulmak ağrıma gitmedi değil. Çıtımı çıkarmadım yine de. Sessizliği sevmek bende belirgin bir tutumdur. Hem konuşsam ne olacaktı ki? Hani şu haber bültenlerine bile konu oluveren kayıplara karışma tezgahında da susuvermiştim. İnsanlara alay konusu olmaktan yana şikayetçi değilim. Sadece aile adımıza leke sürmüş olmak beni üzüyor, babacığım. Sizin gibi dünyaya metelik vermeyen, her ahval ve şerait içinde edecek bir çift manalı lakırdı buluveren, kadim müktesebata ilgisini yitirmemiş biri olmayı ne çok isterdim. İster astronom ister artiz ol, buralarda hiçsin, iyisi mi yağlı bir kısmet bul diyen enişte beyin haklı çıkması şimdi canımı daha fena yakıyor.



  Ana sanayiiye erişemeyen bir yedek parçacık olmak halimi değiştirebilecek bir gelişmeden, bir umut ışığından haberdar etmek için size bu satırları yazıyorum. Rasathane’de çalışan arkadaşım Efraz’ı anımsarsınız. Cıvıltıya benzeyen o kendine has konuşmasını nicedir özlemiştim. Başka devletten bir grup bilim adamına mihmandarlık ediyormuş bizimki, “Akşam yemeğine gideceğiz, gelsene” diye çağırdı beni. Atladım, sıkıntı dalgalarının kalbimdeki kıyıya vurduğu bir akşam üzeri vardım Kandilli’ye. Eski yıkıntıların bulunduğu arka bahçesini çok severdim gözlemevinin, gittim orada bir taş üstüne oturdum. Biraz sonra yolunu kaybetmiş bir ecnebi geldi yanıma,
“Bu yıldızın burada ne aradığını bilir misin?” diye göğü işaret etti.
Hava henüz tam anlamıyla kararmasa da gökte tek başına cayır cayır parlayan bir cisim vardı. Ondan söz ediyor olmalı, diye düşündüm. Bize henüz ulaşmamış olan uzak yıldızların ışıklarından güçlü bir demetti bu. Alman hekim Olbers’in paradoksunu haksız çıkaracak denli yakın duruyordu yeryüzüne. Tüm yıldızlardan daha parlak ve her türlü büyük patlama kalıntısından daha kuvvetli... Ben gotik şairleri bile düşünmeye sevk eden malum paradoksun kör kuyularına dalmışken yıldız hakkında bir açıklama ihtiyacı hissetti adamcağız.
“Bu, bir süredir özel bir ışıklandırma ile restore ettiğimiz gezegen aslında.” deyiverdi.
 
  Kıymetli pederim, meğerse adamın şahsi arabasıymışçasına sahiplendiği bu cisimcik Merih imiş. Burada ademoğlu yaşasın diye özel bir üs kurulduğu bilginiz dahilindedir sanıyorum. Gelecek yıl ilk sakinlerine kavuşacak olan gezegen için bir çeşit çekiliş düzenlendiğini de biliyor muydunuz peki? İşte umulmaz hassasiyeti yüzünden hiçbir işte muvaffak olamamakla itham ettiğiniz bu kerimenizin, uzak gezegenlerde yeni bir hayata adım atmak için kuraya katılma hakkını kazandığını size bildirmekten kıvanç duyuyorum. Efraz’a bakılırsa bizim buralardan az sayıda kişi seçildiği için şansım yüksekmiş. O kadar da talihsiz değilmişim demek.

  Eğer piyangoyu kazanacak olursam, gri uydu tünelleriyle bezeli Mars sokaklarında, müphem mısraların dolaştığı çentikler çakmak benim için ilk vazife olacaktır. Nihayet hısım, akrabayı sevindirecek bir ilmühaber sahibi olacağımı sanıyorum. O vakit, kız kısmı erkeklerle top oynamaz diyen komşuların dillerinde haybeye harcanan çocukluğum, sabahlara dek sanat atelyesinde dikilemezsin diye diye heder edilen ergenliğimin de rövanşını göreceğim.

  Düşünsenize babacığım, yeni yerleşim sağlanacak bir gezegende, ‘nasıl nefes alınır’ı öğretecek bir vatanımız evladına ne çok ihtiyaç vardır. “Sen kimsin?” diye horozlanacak, yolda yürüyenlerin üzerine araba sürecek, biri arkasını döner dönmez sövüp sayacak, spor müsabakaları ve düğünlerde havaya ateş açacak, metro sıralarında omuz ve çimdik atarak kaynak yapacak ve hatta yanında duranın şekil şemaline sinirlenip uçan tekme savuracak birilerinin boşluğu oralarda hissedilmemeli. Oyun içinde oyun kurmaya meraklı, gizli örgütlere antremanlı bir türün iltifatı orayı da ihya edecektir. Gözlemevinin bahçesinde tanıştığım piyango komite üyesi mülakat için çağırdığında bu noksanı dile getirmeli miyim sizce?  Ah babacığım var ya, Mars’ın dağını bayırını mangalla donatacağım; yeter ki şu bilet bana çıksın.