Hep uzaklarda aldım sevdiklerimi kaybettiğim haberini. Belki onların bu dünyayı terk edeceklerini hissettiğimden, o acı ile yüzleşmekten korkup kaçmışımdır yaşadığım şehirden. Yeterince dua etmemişimdir belki. Biraz daha burada kalsınlar diye. Bu kez tüm mumları yakıyorum.
On iki yaşımdaydım, yeni bir semtte yeni bir okula başlamıştım. Okuduğum çizgi romanlarda marslılara rastlayınca rahatlıyor, gelip beni bu dünyadan alacakları günü dört gözle bekliyordum. Dünya dışı gezegenleri notalar, suluboyalar ve ormanlarla dolu bir yer gibi tahayyül ediyordum. Tek arkadaşım başka şehre taşınmıştı. Ablam yeni yeni karşı cinsi keşfediyor diye kıskançlıktan ölüyordum, çünkü ben çirkin bir ördek yavrusu olduğumdan kimsenin dikkatini çekmiyordum. Kuzenlerim vardı oynayacak, ama onlar bir başka ülkeden gelip yanımıza yerleşen istilacılardı ve ben hiç misafirperver değildim. Evimizin havasını kirleten amiplermiş gibi tiksinç bir muamelede bulunuyordum onlara.
Okulda kavgacı tavrım ve annemin çırpı vücudumu gizlemek için giydirdiği beş kat giysiden dolayı yaşıtlarım benden uzak duruyordu. Aynı zamanda tarih ve coğrafya dersi de veren müzik öğretmeni için kendimi beğenmiş bir velettim ve benim gibi çok soru soranları dizginlemenin tek yolu onları sınıfta bırakmaktı. Müzikten zayıf almak hayatımı karartmıştı. Teneffüslerde dışarı çıkmazdım, çıkarsam paltomu yerlere atılmış ve defterlerimi yırtılmış bulacağımı bildiğimden...
O lanetlenmiş yıl tek bir şey oldu... Küçük, minik bir şey...
ve ben artık yeryüzünde kalacağımı, burayı sevmem gerektiğini kabullendim.
Okulun kuzey ucunda ufak bir koruluk vardı. O koruluğun yanında da bir bakkal. Öğle tatilinde çocuklar oraya takılırdı. Bir öğleden sonra kola almak için gittim ben de. Bizim evde kola içmek yasaktı; ben de okul sınırları dışında içersem kimse beni her yerde gözü olduğundan şüphelendiğim anneme ispiyon etmez, diye düşünmüş olacağım. Neyse bakkaldan kola alırken sınıftan birkaç kişiyi gördüm, dükkandan alışveriş eden bir kadını çekiştiriyorlardı. Sonra baktım kadını takip etmeye başladılar. Ben de hafiyelik içgüdülerimi dizginleyemedim takıldım peşlerine. Kadın çok yakındaki bir bahçeye girdi, gözden kayboldu. Çocuklar o evde çok önemli birinin yaşadığından söz ettiler. Çok heyecanlanmıştım çünkü ben de bir gün önemli biri olursam, paltomun yerlerde sürüklenmeyeceğini ve kimsenin ten rengimle dalga geçmeyeceğini düşünüyordum. O zamanlar sınıftakilerin en çok kurduğu iki cümle,
“anladıysam feride olayım ya da yağmur yağıyor feride camdan bakıyordu.”
Yaklaşık bir hafta o evi gözledim. Bahçe avlusunun dibine çöker evden gelen müzik seslerine kulak verirdim. Bir gün evden bir adam çıktı, okulu falan unutup onu tren istasyonuna dek takip ettim. Sokak aralarında soluklanıp uzun uzun denizi izlemesinde bir mana aradım. Sonra bilmiyorum neden, adamın arkasına yaklaşıp kuş sesleri çıkarmaya başladım. Trene binmeden beni fark etmesini sağlamak istemiş olabilirim. Tren yolunun altında durup cik cik öttüm. Adam arkasını döndü, gözlüklerinin ardından ufak bir gülümseme ile “saka mevsimi mi?” diye sordu. Korktum, çünkü o güne dek taklitlerimle ilgilenen kimse olmamıştı. Bir şey söylemeden yokuşa doğru koştum. O vakitlerde daha çok, düğünlerde gösterdiğim masa üstü performanslarıyla dikkat çekmeye alışık bir cüceydim.
Sonraki günler adamı takip etmeye devam ettim, bazen orada olduğumu bilirdi bazen beni görmeyecek kadar dalgın olurdu. Mütevazi evden güzel müzik sesleri yükselirdi, zarif eşi sokakta gördüğü çocuklara kurabiye dağıtırdı, bazen o gözlüklü adam kitaplar verirdi komşularına... Bir gün yine parmaklıkların ardına tünemiş evi dikizlerken, iki polis arabası geldi evin önüne. Ne olduğunu anlamadım. Ama kenara sinip görünmezlik pelerinim olması için dua ettiğimi anımsıyorum. Sonra sert bir sesin kuş gibi öttüğünü işittim. Kafamı kaldırdım, gözlüklü adam polis arabasına doğru binerken kuş gibi ötüyordu. Bir an için bana gülümsediğini gördüm, ya da öyle görmek istemiş olabilirim. Ama beni gözyaşlarına boğacak kadar anlamlı bir andı, yalnız olmadığımı hissettiren ufacık bir göz seyirmesi...
O gün okula dönüp güzel yazı dersine girdim ve durup dururken “neden özgür değiliz” başlıklı bir kompozisyon yazdım. Nokta dergisinde adını okuduğum diktatörler hakkında bir yazıydı. On iki yaşında hangi felaket ucube bir yazıda çiçekler böcekler yerine, Hitler ve Franco’dan bahsederse arkadaşları tarafından dışlanmayı göze almalıdır. Bilmem belki her yaşta bu böyledir.
Ama o gün, Türkçe öğretmenim Aysel Değer bana yaklaşıp “nefes aldığım sürece hayal kurmaya devam etmemi, istersem yazarak insanları özgür kılabileceğimi” fısıldadı kulağıma. Mucize gibi bir şeydi. O gece yatağıma uzandığımda Marslılar ile bir anlaşma yaptım; “Şimdilik gelip beni almanıza gerek yok. Burada da benimle aynı gezegenden birilerini bulabilirim.”
Rüyamda gözlüklü adamı gördüm o gece. Menekşe plajında sakaları göğe salıyorduk. Saka yavruları için azat mevsimi gelmişti.
Manhattan, 2015
Yaşar Kemal için...
Senin teninin rengi güzel... Dikenlerin de acıtmıyor...
YanıtlaSil