3 Eylül 2019 Salı

Ay Yanığı

Bilinmeyen bir yerde tuhaf bir zamanda bir çatı katındaki teras... Bir kadın yalnız başına ay banyosu yapıyor. Derken terasın kapısı aralanıyor. Ama kadın bunu duymuyor bile... Neden sonra yanına yaklaşan karaltının farkına varıyor. Ufak bir çığlıkla yanındaki adamın farkına varıyor.

Korkacak bir şey yok, benim.” diyor adam.
“Yatmadın mı sen?” diye soruyor kadın.
“Sıkıldım. Her gün aynı şey. Yat, uyu, uyan... Sen ne yapıyorsun ayakta?”
“ Uyuyamadım. Biraz kitap okuyayım dedim.”
“Ben senin yerine seçeyim mi bir tane?”
Omuz silkiyor kadın.
“Niye karanlıkta oturuyorsun?” diye soruyor.
“Aydınlık asabımı bozuyor. Nasıl bir kitap istersin? Aşk, polisiye, kırmızı, mavi?”
“Rengine göre kitap mı?”
“Neden olmasın? Tüm kitapların içeriği aynı. İlişki, çatışma, engel, sır... (adam içeri gider ve elinde bir kitapla geri döner) Bu nasıl? “Ruh Göçü: Ölümden  Sonra Yeni Bir Hayat Mümkün mü?” Bu, bir an önce uyumanı sağlar bence.”
Kadın derin bir nefes alıp, terası terk etmek üzere ayağa kalkıyor. Adamın buna verdiği tek tepki üşüdüğünü göstermek... Kadın bu hamleyi karşılıksız bırakmıyor.
“Üşüteceksin üzerine bir şeyler al.”  deyip geri dönüyor.
Adam şimdi başka bir ruh haline bürünüyor.
“Yıldızların altında oturmak çok güzel, değil mi? Biraz konyak eşliğinde laflamak iyi gelirdi aslında...”
“Nihayet konuşmak istiyorsun demek...” diyor kadın. Serin bir meltem var havada. Adam meltemin saçlarını yalamasına izin veriyor ve sonra uzanıp kadının elindeki kitabı alıyor. Okumaya başlıyor...
“Ziyaretçi ruhlara karşı nazik olmamız gerekir. Bedenlerimiz başka ruhlara konukseverlik gösterecek şekilde tasarlanmıştır. Bir hipnoz seansıyla beklenmedik bir misafire kapılarımızı açmak sandığımızdan kolaydır... Ne dersin, deneyelim mi?”
Kadın bıkkın yanıt veriyor;
 “Kimseye kapı açmaya meraklı değilim.”
 “Dünyanın ruhu bir yenilenme sürecine girdi. 2012’de başlayan döngü, bu yıl tamamlanacak. Üzerinizdeki ölü toprağını atmanın yolu ‘biz’ olmayı öğrenmekten geçiyor. Haydi ama, birileri gelirse eğleniriz de...”
 Kadın kim bilir kaç kez bu sahneyi yaşamış olmanın verdiği yılgınlıkla asıl meselenin başka olduğunu anımsatıyor...
“Aramızda yeterince insan var, sanıyordum.”
“Ah, şu mevzu...”
“Konuşmadığında o mevzuyu yok saymış olmuyorsun.” diyor kadın.
“ O halde, o meselenin ruhunu çağıralım. Belki endişelenecek bir şey olmadığına seni inandırır.”
Kadın oyun oynamak istemiyor.
“Ben yatağa gidiyorum.”
Adam oyun arkadaşını kaybetmek istemiyor ve hemencecik konuyu değiştiriyor.
“Bugün okul müdürü, dergideki şiirimi okuduğunu söyledi. Bu tip müstehcen şeyler yazmaya devam edersem sicilim kötü etkilenecekmiş.”
Kadının görevi sanki adamı dinlemek ve onu onaylamakmış gibi...
“Kıskanç herif. Sen ne cevap verdin?”
“Bundan sonra takma isim kullanacağımı söyledim.”
“İyi demişsin.”
Aralarındaki rol dağılımı yine dengeye oturuyor. Bunu görmenin rahatlığıyla adam ortamı neşelendirmek istiyor.
“Hazır mısın? Ondan geriye doğru sayıyorum. Dokuz...sekiz...”
 “Dur!” Kadın gelip adamın karşısına oturuyor.
“Baştan başla...”
Adam şimdi profesyonel bir illüzyonist gibi ciddiyetle konuşuyor.
“Biraz sonra elimde gördüğün bu cismin etkisiyle uyuyacaksın. Gözlerini kapa, kendini bırak. On... dokuz... sekiz.. yedi...Rahatla... Burası çok güzel... Altı... beş... dört... üç ... iki... bir... sıfır...Şimdi gözlerini aç ve dediklerimi yap.
Kadın oturduğu sandalyede doğrulup adama dönüyor.
Adam neşeyle devam ediyor...
“Güzel... Hoşgeldin! Nasılsın?”
“ İyiyim...”
“Burada güvendesin. İzninle sana birkaç soru soracağım. Ama ilk önce bir ricam olacak. Konakladığın beden sevgilime ait. Ona artık aramızda bir şey kalmadığını söyler misin? Ayrılsak da dost kalabildiğimizi, kıskanmaması gerektiğini söyler misin?”
Kadın başka bir ses tonuyla konnuşuyor, sanki farklı biriymiş gibi davranıyor.
“O burada değil ki...”
Adam hınzır ;“Hımm. Peki, boşanırken yürüttüğün plakları bana geri vereceksin, anlaştık mı?”
“ Hep kadınlardan bir şeyler istedin, hiç vermedin.”
“ Pardon, kimsiniz?”
“ Anlamadım ki, niye boşandın? Aşk, bitmişmiş... Ne şımarıksınız, ayol. Bizim zamanımızda insan kıymeti bilinirdi.”
“ Sen yatmadan önce bir şeyler mi içtin, sevgilim?”
“Yatmadan önce içemem. Mideme dokunuyor, bilirsin. Ama akşamüstleri iki tek atmayı severim.”
“Kiminle konuşuyorum?” diyor adam telaşla...
“ Bu salak kızlar yemiş bitirmiş seni, haline bak bir deri bir kemik kalmışsın.”
Adam fısıldıyor...
“Anne?”
“Evladım kaç yaşına geldin hala aynı dert tasa; yok o kadın yok bu kadın, aldın mı verdin mi?”
Adamın sesi titriyor...“Anne, sen misin?”    
“Bu yeni sevgilinin saçlarının rengi nedir öyle, Allah aşkına? Hoş, bu pasaklı şey kuaföre gidiyor mu, ondan bile emin değilim. Kadın dediğin bakımlı olacak! Biraz renk katacak hayata... ki adam da renklensin, dünya da renklensin...”
“Anne, seni çok özledim.”
“Aman canım, koca bebek sen de... Hep ilgi beklersin. Bir gün olsun kendi hayatımı yaşamama izin vermedim. Sana karşı da doluyum aslında...”
“Anne’ciğim, ölene dek birlikteydik. Ben hep seni...”
“Birlikte oturduk çünkü paran yoktu. Yazacağım, çizeceğim derdine düştün, eve iki ekmek getirecek para bile kazanamadın, be yavrum.”
“Anne’ciğim, öyle deme...”
“Yani ölmeden önce son isteğim saçlarımı maviye boyatmaktı. Onu yaptım diye benle konuşmayı kestin yahu. Helalleşmeden terk ettim bu alemi, iyi mi? Benle küstün diye, üzüntüden nefes boruma bezelye kaçtı. Yaradanın işi de belli olmuyor, ne yaparsın...”
Adam ağlamaya başlıyor. Burnunu çeke çeke...
 “Anne’ciğim beni affet!”
“Allah ıslah etsin! Haydi toparlan, dergilere müstehcen şiirler de yazma öyle... Ha unutmadan, kitaplar rengine göre değil, deneyimlere göre seçilir paşam.”

Adam şaşkın, “Pes yani!” diyor.
Kadın neşeyle ayağa kalkıyor. “Nasıl yuttun zokayı!”
Adam öfkeleniyor... “En hassas olduğum konuda, annemin saçlarını maviye boyatması hakkında, nasıl alay edersin?”

 “Sen de aş artık bu mevzuyu. Mavi ile ilgili onlarca şiir yazdın, günah çıkardın yetmedi mi?”
“Alacağın olsun.”
 “Olsun, tamam. Haydi gel, yatalım artık.”


























Balon Yürek

 Deniz kıyılarında yürümenin ve şehrin batısına geçişin özel izne tabi tutulduğunu görecek kadar yaşamıştı. Aşk acısını dindirecek aşının bulunduğunu da öğrenmişti. Yüreğindeki perikardiyal yerleştirmenin kontrolöründen gelen ikazları dikkate alsaydı daha elli yıl yaşardı. Oysa ruhsuz bir eşik bekçisi olarak yaşamaktansa ölmeyi yeğlerdi. Vicdan sızısi içini yakıyordu. Yunus Çalkara, debdebeli ömrüne birbirinden zıt üç hayat sığdırmış, üçünde de aşka teslim olamamıştı.

Umumi Fashil Dairesi’nin eşik bekçisi olarak korkulan bir kahramana dönüşen Yunus, on yıl önce doktorluk yapıyordu. Suça eğilimli çocukların rehabilite edilip topluma kazandırılmasını amaçlayan bir Çocukevi’nin idealist yöneticisi olarak da küçük bir çevre  tarafından büyük saygı görüyordu. Çocukevi, sakinlerinden biri tarafından kundaklanıp ortadan kalkınca Yunus’un da hayatı değişti. Yangın
sadece Yunus’un eski yaşamını toprağa gömmedi. Aynı zamanda kırılan kalbine yeni bir aksam yerleştirildi.

Yürek yenisiyle değiştirilince yarası geçer mi? Sorsalar Yunus’a sessiz kalır. Yeni hayatının sırrı önceki hayatındaki yangında saklıdır. Gerçek yolcular gitmek için giderler. Yürekleri yazgıları karşısında hafifler. Bu yolculuk ki Yunus’u hem öldürdü, hem yeniden doğurdu. Yeni doğan Yunus’a yeni bir yürek gerekti. Kalp naklini gerçekleştiren doktor Yunus’a acılarını ayrıntılı olarak anlatmasını şart koştu. O doktor ki hastalarını sıhhat sularıyla yıkamaktan çok, yönetime yalakalık yapmakta ustaydı. Yönetim Umumi Fashil Dairesi’nin yeni kurulacak kolluk kuvveti için ideal adayları belirlemede doktordan yardım istediğinde riyakar doktor görevine dört elle sarıldı. O zamanki hastaları arasındaki en uygun aday olan Yunus Çalkara’yı gözüne kestirdi. Yunus hakkında etraflıca bir dosya tuttu.








RAPOR no: 512

Umumi Fashil Dairesi Sekreterliği’nin isteği üzerine hazırlanmıştır.

Hasta: Yunus Çalkara
Meslek: Eski doktor, müstakbel Eşik Bekçisi
Hastalık: Melankoli ve hezeyan
Ön Tedavi: Transplant köprüsü
Malzeme: Balon
Nihai sonuç: Nakil

Eşik Bekçisi 13’ün hipnoz altında alınan kendi ifadesidir...



Kader eğer insan olsaydı, iki aciz aşığı buluşturmak için soğuk bir bina seçmezdi. Biraz vicdanı olsa; ak duvarların ortasında, içindeki irini akıtıp göz yaşlarını dindirmeye çalışmakla meşgul olurdu.  Aralarında aşktan öte bir şey gördüğü iki insanı, birbirinden ayrı yollara sürüklemiş olmaktan pişman, dururdu. Onların darmadağın oluşlarını izlemiş, kahrolmuş olurdu. Bedel ödeme günü olduğunu bilip susardı.

Bir Karşılaşma…

Yunus ile Mercan ben diyeyim kader, siz deyin kardinal onları ayırdıktan on yıl sonra bir araya gelmişler. Bir zahmet, gözünüzde canlandırıverin… İki genç, kıyamet turizmi satıcılarının ortasında, zamanı durdurmuşlar. Zeus’un gazabından bile korunacak bir güç kalkanı kurmuşlar. Yunus’un gözlerinde insanların ondan çekinmesini sağlayan aynalar var. Ne olduğunuzu aynen yüzünüze vuran bakışlar... Kırılmış onlar! Dumanlar arasından efsunevinin yalnız perisi süzülmüş de Mercan’nın gözlerine yerleşivermiş. Mercan, yılların biraz olsun durduramadığı, fermanlı deli... O bile, derin bir an’a hapsolmuş.

Kader bir insan olsa, izlediği bu sahne onu çok şaşırtırdı. Kader bir insan olsa kıskançlıktan çatlar, bir dudak bükümünde yahut bir göz seyirmesinde azıcık hasret kırıntısı arardı. Bu ikisinin nasıl olup da hala birbirlerine sevgiyle bakabildiklerine hayran olur, şapka çıkarırdı. Aşkı kenara atan bu münafıklara hesap sorardı.
Hain bir plan uğruna bu ikisini buraya sıkıştırmazdı. Artık konuşsunlar diye onları yalnız bırakırdı.

“Bu… Gerçek mi? Sen misin karşımdaki?”

Yunus uzamış mı, kısalmış mı, kilo almış mı, yaşlanmış mı? Mercan hiç bilemiyor. Sadece bakıyor. Kalbindeki tüm hisler birbirine karışıyor. Ama ağzını açıp bir laf edemiyor. Tek bir sözcükle bu an kaybolacak diye korkuyor. Karşısındaki Yunus’un balon yüreği inip kalkıyor. İçindeki hava söndü sönecek. Beynindeki cinler taarruza geçmiş kulaklarına üflüyor.

 “Nasılsın, ne yapıyorsun? ”

Buraya sohbet etmeye gelmedi Mercan. Kafası zonkluyor. Yunus’u nasıl sevdiğini hatırlıyor. Sevgi bir yerlerde kilitli kalıyor, demek ki. Sevdiğini hatırlıyor da, o sevginin kalbini kanattığını unutamıyor. Tek kelimeyle kestirip atıyor.

“Yaşıyorum.”

Sonra bir sessizlik ikisinin arasına gelip yerleşiyor. Sanki hiç konuşmasalar daha iyi olacak. Ne yapacağını bilemediği zamanlarda olduğu gibi, Mercan kaçmak istiyor. Yollara düşmek; otogarlarda, bekleme salonlarında uyuyakalmak istiyor. Birden sabrı tükeniyor.

“Bunca zaman sonra, niye yakama yapışıyorsun?”


Bir Engel...

Yunus şimdi yüreği kutuplara saklanmış bir robot ve kafası hızlı çalışan bir pilot. Cızırtılı sesi, Mercan’a geçmişin güzel bir rüya olduğunu söylüyor. Bir mucize olsa, Yunus ona sarılsa... Mercan Yunus’un yüreğinin içindeki havayı alıp balonu öpücükleriyle doldursa...

Oyunbozan kader bu iki şaşkının yanına memleketin en berbat ikilisini gönderiveriyor. Ruhat Şimşek Sonsöz ile komedyenlikten spor yorumculuğuna her işi denemiş eşi Sabri Sonsöz. Sabri, fısıltıyla konuşuyor.

“Bir şeyler planlıyor olmalılar.”

Bu sözleri duymak bir tek Mercan’ı şaşırtıyor. Diğer herkes olduğu yerde rahat, duruma hakim gibi görünüyor. Sonsuz zaman, ruhunun kapılarını açmış; bedenini bir hortum gibi içine çekiyor. Mercan, Yunus’a  ulaşmaya çalışırken onunla arasındaki mesafe büyüyor.

Dönüşüm...

Mercan bu otel lobisinde ne yapsın bilemiyor. Küçükken odasında beslediği nar bülbülü geliyor aklına. Kafasındaki tüm sesleri susturuyor. Sadece nar bülbülünü ve onun kızıl gerdanını düşünüyor. Gagasını pencere camına dayayıp tık tık tıklatan nar bülbülü... Mercan hatırlıyor. Bülbül, evin balkonundaki saksıların arasına konup ona bakmıştı. Oraya bir yuva yapıp yumurtalarını bırakmıştı. Nar bülbülünün kırmızı tüylerini anımsıyor. Beyaz karnını... Felek Muhafızları eve girdiğinde bülbülün tüylerini nasıl kabarttığını anımsıyor. Kuyruğunu kaldırıp kanatlarını açtığını... Mercan bunları görmüş olmalı, görmüş de aklının bir kenarına kazımış olmalı.

Korkudan en iyi bildiği şeye sığınıyor. Bülbüle mesh ediyor. Sırtında tüyler beliriyor. Uçtuğu ormanları, koruması gereken yuvaları, beslemesi gereken yavruları mısralarına ekledikçe; kolları kanatlara, ağzı minik bir gagaya dönüşüyor. Karanlık, kesif ormanı andıkça kızıl gerdanını şişiriyor ve hücuma hazırlanıyor. Korkusuz bir nar bülbülünün şekline bürünüyor. Sonra kanat açıp havalanıyor. Şakımaya başlıyor. Yunus’un başının üstünde iki pike yapıyor ve uçarak orayı terk ediyor. Bütün bu olanları, saçakların altında sürünen yılan görüyor.










25 Ağustos 2019 Pazar

Maksadın kudsiyetine şahit olmasın o ifrit


Burunda bir iki yere baktıktan sonra yürümekten sıkıldık ve önümüze ilk çıkan bara oturalım, dedik. Kapıdan girer girmez O’nu gördük. Hiç oralı olmadım. Tekin selamlaştı tabi, herkesle iyi geçinir ya o… İki dakika geçmedi yanımıza damladı, dangoz.

“Size bira ısmarlayayım”, dedi. Oturdu.

“Yalancıların bu masada yeri yok!”, diye çıkıştım.

 Tekin önündeki tütünü sarmaya koyuldu. Fakülteden mezun olduğumuzdan beri görmediğim adama ne garezim var, anlamamıştı. Ama beni tanır, asabımın bozuk olduğu vakitte, yamacıma ilişilmeyeceğini bilirdi. 



“Ah, ne büyük sürpriz!” diyen Selma’nın sesini duydum. Meğer bu mendeburla birlikteymişler. Sınıfın en akıllı, en güzel kızı... Demek ki hayat ayrım gözetmiyor, herkese sille tokat girişiyor.  Şimdi sarı dişli bir müteahhide dönüşen karşımdaki pisliğe, Selma'nın hatırına, daha ne kadar katlanırım? Tartamıyorum. Şehre sadece iki günlüğüne gelmişim. İyi vakit geçireyim de, inime geri döneyim istiyorum. Eski defterleri açmanın ne yararı var? 

Karşımda oturan Tekin'e bakıyorum. Gülümsüyor. Tıpkı yirmi beş yıl önce, o Beşiktaş otobüsünde sırlarımı dinleyip bana hak verdiği, hatta arka çıktığı günkü gibi... Aramızdaki şey hiç değişmedi. Yıllar içinde başka şehirlere, başka hayatlara savruldum durdum. Tekin hep aynı evde oturdu, aynı işe gelip gitti, hiç evlenmedi. Ben kaybolmak istesem de bir şekilde buldu beni. Bir araya geldiğimizde hep çok içtik, çok güldük. Bu anlarda sanki çok uzak bir tepenin ardında kalan o iki küçük serserinin yaşamasını sağlıyormuş gibiydik. Bizden başka herkes çocukluğunu gömmüştü. Oysa acı bir gülüşle hatalarımızı affetmek gibisi, var mıydı? Yılda bir doz... Senede bir gün... Fazlasını kaldıramazdık, biliyorduk. 

Masadaki sünepe yakamızdan düşmüyor. Yüzüne bakmıyor, o yokmuş gibi davranıyorum. Tekin göz ucuyla süzüyor beni. Muhtemelen ne zaman masanın üzerinden atlayacağımı ve tahta zeminin ne kadarını  şu godoşun beyin sıvısıyla yıkayabileceğimizi çözmeye çabalıyor. Eskisi gibi... Birbirimize bağlı ruhlarımız semada buluşur, sonra yine yere iner ve  yukarda imzaladığımız o gizli akide uyardık. Aynı anda kavgaya girişirdik. Ağzımız burnumuz yamulana dek dövüşür, kovulduğumuz her yerden kahkahalarla ayrılırdık. 

Tekin bu defa geçmişi özlemiyor belli ki... Dümbük herifi kolundan tuttuğu gibi kapı dışarı ediyor. Selma'dan da rica ediyor, yalnız bırakın bizi, diyor. Onu ilk kez bu kadar ciddi görüyorum. Yok yok şimdi hatırladım; babasının cenazesinden sonraki haftalarda, yazın ortasında kürklü bir gocuk ile dolanırken de bu haldeydi.

Masaya geri döndüğünde hiç duymadığım bir ses tonuyla hızlı hızlı konuşmaya başlıyor. 

"En rezil hallerimizi, kalp kırıklıklarımızı, bataklıkta debelenmelerimizi biliyoruz. Senden başka kimseden isteyemem. Beni öldürür müsün?" diye soruyor. Pat diye! Afallıyorum. Tekin'i hayatımı borçlu olduğum insanı... Aşk gibi kahredici bir kuvvetin beni sersemleterek üfürdüğü çukurdan çıkaran adamı... Öldürmek mi?