22 Nisan 2018 Pazar

KULLAN AT


Zamanı avuçlarımızda buruşturup atar, bir yarış arabasındaymışçasına süratli seyreder ve her şeyi geride bırakırız. Gençken yaşadıklarımız bir daha yakamıza yapışmayacak sanırız. Ama mutlaka yapışır. Rüyalarda zaman donmuştur, sonsuza dek kaçamaz bir yerde mutlaka yakalanırsın. Uyandığında hiç olmamış gibi de yapabilirsin, ya da yazarsın... Kendi hapishanelerini bizim için lunaparka çevirenler öyle yaptılar. Şu iki yazar gibi...

MARGARET ATWOOD
Aynı adlı romandan uyarlanan TV dizisi “Damızlık Kızın Öyküsü” ile hayran kitlesini iyice genişleten Atwood, “Asla geleceği düşünmedim. Bu yüzden bilim kurgu yazıyorum. Peygamber değilim, kehanetlerde bulunmuyorum. Yazdıklarım tamamen bugüne ait şeyler. Bunun güç arzusundan değil korkudan beslendiğini düşünüyorum.” diyor.
Kanadalı yazar, madde bağımlısı bir arkadaşının tedavisine yardım etmediği için yıllarca kendisini suçlamış. Sonra da pişmanlıklarını alıp avantaja çevirmiş. Kadın dernekleri için çalışan bir aktivist ve fotoğrafçı da olan Atwoood hayattan aldığı dersleri şöyle özetliyor…
“Mükemmeliyetçi olmamayı öğrendim. Yokuş aşağı giden bir kayakçı gibiyim. Yazarken de böyledir, finali yazarken aynı anda başlangıç kısmının da yeniden yazımını gerçekleştiririm. Tekrar tekrar başlamaktan korkmam.”
 “Mutluluk camdan duvarları olan bir bahçe: ne girebilirsiniz ne çıkabilirsiniz. Cennet'te hikayeler yoktur; çünkü yolculuk yoktur. Hayatın dolambaçlı yollarında hikayeyi sürdüren şey; kaybetmek, pişman olmak, acı çekmek ve yitirdiklerini özlemektir.” (Kör Suikastçı, DK)

TOMRİS UYAR
“Gençliğin o sıcak güneşi battıktan sonra alacakaranlıkta idareten yaktığımız mumun o titrek ışığına övgüler düzmek neyin nesi? Yaşlılık ile ihtiyarlık aynı değil. Gençliklerini gereğince yaşayanlar ilgi alanlarını ustalıkla saptarlar. Eskiyen hücreleriyle iddiasız, dürüst bir yaşlılığa hazırlanırlar. Çevrelerini daha nesnel ve sakin gözle inceleyebilirler. İlgisizlikten yakınmak, onun bunun dedikodusuyla beslenmek yerine, ailede bir denge öğesi olmayı seçerler. Bir yaşlı ihtiyarlığa teslim olmak istemiyorsa gençlerle ilişki kurmalı. Dünyaya duyduğu ilgiyi tavsatmamaya kararlı yaşlı, bir genç aracılığıyla yalnızlığı da atlatır. Yaşlı biriyle birlikte yürüyen genç de kendi yaşlılığına hazırlanır. (Aşkın Yıpranma Payı, YKY)

BU YILIN GENÇLİK FİLMLERİ
Geçtiğimiz hafta 37. yılını kutlayan İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “gençlik” temalı filmler, insanoğlunun kendini temize çekmek için genç bakışa muhtaç olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Siyasi çalkantılar arasında boğulan ve başka gezegenlerde yeni ev bulma derdine düşen yetişkinlerle dolu yeryüzünde; gençliği hata, yaşlılığı ise pişmanlık olarak algılama devrinin nihayet sonu gelmiş görünüyor. Hayatta fark yaratmamızı sağlayan şeyin henüz genç yaşta oluşturulan iyi alışkanlıklar olduğunu söyleyen filmler, kendini gerçekleştiren ve seçimlerinin arkasında cesaretle duranları yüceltiyor.

Amerikan bağımsız sinemasının kalesi Sundance ödüllü “Cameron Post’a Ters Terapi” filminde Sasha Lane tarafından canlandırılan karakter; “Belki eşcinsel olmak değil, genç olmanın kendisi iğrenç bir şeydir” diyerek kafa karışıklıklarıyla dolu bu dönemin geçiciliğini unutmamak gerektiğini anlatıyor. Hemcinslerine duydukları ilginin körelmesi için bir rehabilitasyon merkezinde tedavi gören 90’lar gençliğini anlatan filmin en olgun karakterinin ağzından duyuyoruz bu sözü. Bir hippi komününde büyüyen ve çoğunluğun peşinden gitmeyi reddeden bir genç kız. İnsanların niyetlerini çözmeyi erken yaşta öğrenmiş. Gençlik onun için arzuların tavana fırladığı hayatının baharı olmaktan ziyade, atlatılması gereken bir travma... Chloé-Grace Moretz tarafından canlandırılan filmin ana karakterinden daha mert ve seçimlerinin arkasında durmakta kararlı.

Adı “Gençlik” olan bir başka filmde ise 70’lerde Çin Dans ve Tiyatro topluluğunun üyelerinin yıllar boyunca başka patikalara saparak zorluklara direnmede yaşadıkları anlatılıyor. Kabuk değiştiren ülke ve yitip giden ümitler in ışığında filmin finali aşkı yüceltiyor. Ne kadar az beklentiniz olur, karşılıksız iyilik yaparsanız hiç yaşlanmazsınız diyor. Benzer bir bakış “Dovlatov” adlı Rus yazarın anlatıldığı filmde de var. Kapana kısılmış, kısır bir edebiyat ortamında “Her şeye rağmen vardık!” diyerek en dürüst yolun hatalar, düş kırıklıkları ve umutlarla örülü olduğunu söylüyor. Hayattayken değeri bilinmeyen sanatçıların kalıcı olma sebebinin, şöhret ve iktidara teslim olmayan omurgalı duruşları olduğunu iddiasındaki bu filmi mutlaka izleyin.





26 Mart 2018 Pazartesi

Sabahattin Ali ve tiyatro



Taze başlangıçlar yaşamayı ve sahne kenarında durup “...ve Perde!” repliğini işitmeyi severdi. Huzuru konservatuarda bulduğunu söylerdi. 


Güzel aktris tahta basamakların üzerinden seslenir. “Ah nasıl da bihaberler yaşadıkları anın mucizeviliğinden!” En ön sırada oturan Alman profesör ayağa sıçrar ve kırık Türkçesiyle haykırır; “Böyle olmaz!” Yanındaki gözlüklü dramaturg bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken diğer yandan salonun arka tarafına göz gezdirir. Aradığını bulmuş olmanın memnuniyetiyle karanlıkta bekleyen öğrencilere göz kırpar. Renkli gözlü yakışıklı delikanlı koşarak sahneye fırlar. Henüz filizlenen bir tomurcuğun ahengiyle konuşur; "Ben senin önünde yere kapanmadım! Çektiği acılara rağmen, inancını yitirmeyen tüm insanların önünde eğildim!" Alman profesör bu kez “Bravo Raskolnikof, bravo Cüneyt!” diye alkış tutar. Sınıfın gözdesi yine herkesin kurtuluşu olmuştur. Salondaki kalabalık rahat bir nefes alır. Dramaturg “Bugünlük bu kadar arkadaşlar” diyerek çalışmanın bittiğini haber verir.

                                    HAYATININ EN RAHAT YILI

1939 yılının bahar aylarıdır. Hayatının en huzurlu yılını yaşadığını düşünmekte olan gözlüklü dramaturgun ismi Sabahattin’dir. Altı ay önce Musiki Muallim Mektebi’ne Almanca Öğretmeni olarak atanmıştır. Bir hafta geçmeden kendini Ankara Devlet Konservatuarı’nda diksiyon öğretmeni ve dramaturg olarak bulur. Bu süreç aynı zamanda Hitler Almanya’sından kaçıp Atatürk’ün davetiyle Türkiye’ye sığınan profesörlerin üniversitelerimizi dönüştürdüğü döneme denk düşer. Sabahattin ünlü tiyatro insanı Carl Ebert’ın çevirmenliğini de yapar. Ebert seneler sonra Sabahattin’in kızı Filiz ile karşılaştığında dahi Ali’den ‘kardeşim’ olarak söz edecektir.

Alman Carl ile Türk Sabahattin el ele verip başkentte yeni bir tiyatronun temellerini atarlar. Öğrencileri Cüneyt Gökçer, Melek Ökte, Ertuğrul İlgin sayesinde dünya edebiyatının nitelikli yazarlarının eserlerini sahnede izlemek Anadolu insanına da nasip olur.

1939 yaz aylarında ilk kez tatil yapma lüksüne kavuşur Ali ailesi. Moda Burnu’nda Rumların işlettiği Apergis Pansiyonu’nda kalınır. Fotoğraf tutkunu Sabahattin üç ayaklı tripodunu üşenmeden taşır sırtında. Çiçekli sokakları, başıboş hayvanları ve tenha plajları sığdırır kadrajına.


                        GİZEMLİ BERLİN GÜNLERİNİN ANISI

Derken 1940 yılı gelir. İkinci Dünya Savaşı etkisiyle Sabahattin ikinci kez askere alınır. Büyükdere’deki ekmekçi taburunda yapar askerliğini. Eşi Aliye de o zamanlar şortlu sosyete kızlarının dolaştığı Büyükdere’yi pek sever. Bu dört aylık sürede ailenin canını sıkan tek olay Sabahattin’in çatlayan koludur. Sürekli sıcak su ile pres yapılan kolu sıkıntılı Berlin günlerini getirir aklına.

1928’de Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile dört yıllığına gittiği Berlin’den bir Alman öğrenci ile tartıştığı gerekçesi ile kısa sürede döner. Daha sonra Nihal Atsız’ın “İçimizdeki Şeytanlar” kitapçığında iddia ettiği gibi, belki de zamansız dönüşünün altında yatan şey korkudur. Her ne olursa olsun, Berlin tecrübesi onun Almanca ve Rusça öğrenmesine, yeni sanat akımlarını ve özgür ruhlu sahne insanlarını izlemesine neden olur. O anılar askerliğinde kafasına üşüşür ve Sabahattin “Kürk Mantolu Madonna”sı biraz Berlin’de kaldığı pansiyondaki kızlardan biraz da Yeniköy ve Moda sahillerinde tanıştığı aklı havada sanat meraklısı afetlerden esinler taşır.

                                    AKIL HOCASI NAZIM HİKMET’Tİ

1940 yılında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikaye” başlığı altında 48 bölüm olarak yayınlanan “Kürk Mantolu Madonna” hakkında Nazım Hikmet, Ali’ye gönderilmek üzere bir mektup kaleme alır. Mektupta şu ifadeler dikkat çeker... “Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki, insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkan boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı, senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harika musiki birdenbire kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına, o kısım, başlı başına bir büyük hikaye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.”

PARILDAYAN SABAH YILDIZI

Sokakta oyun oynamaktan çok evde kitap okumayı ve resim çizmeyi seven bir çocuk düşünün. Kimi zaman kabuğundan çıkar, parıldayan suratıyla komşularına taklitler yapar. Bu yüzden de ‘sabah yıldızı’ olarak anılır. On beş yaşında Balıkesir Muallim Mektebi’ne giren ve o günlerde bile okuldan kaçıp soluğu tiyatroda alan bir çocuk... Sanatçıların serbest yaşamlarına özenen cin gibi bir velet... Çevresinde kimsenin onu anlamadığını düşünmekte... Balıkesir’de ünlü biri olamayacağını da biliyor. Ailesine blöf yaparak intihar girişiminde bulununca istediği oluyor ve naklini İstanbul’a aldırıyor. Yazıları önemli dergilerde çıkmaya başlasa ve çekingenliğini atsa da, istediği şöhrete ulaşmasına daha zaman var.

Farklı arkadaş gruplarına girip çıkıyor. İşte Nihal Atsız da Ali’nin bu dönemini ‘kafası karışık’ olarak niteliyor. Başında kavak yelleri esen her genç gibi Ali de rotasız ilerlemekte...

                                                SAHNE SEVDASI
Sabahattin’in kendini bulduğu yer tiyatrodur. Ne zamanki ikinci askerliği biter de Ankara’ya döner, kendine güveni perçinlenir. Piposu ve elinden düşürmediği kitabı ile önüne gelenle konuşma fırtınası başlatır. Herkesi güldürmeyi pek sever.

Yeni arkadaş çevresinde yeni kurulan Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Behice Boran, İsmail Hakkı Balamir, Cevdet Kudret gibi isimler vardır. Ankara evlerinde toplanılır, gizlice Nazım şiirleri okunur, tiyatro tartışmaları yapılır. Çoluk çocuk piyano ve keman çalar, eşler sergilere gider. Sabahattin’in eşi Aliye yemek konusunda marifetli değildir. Ali eşine yemek kitapları hediye eder, çift birlikte yemek tarifleri denese de muvaffak olamazlar. İyi yemek istenirse bulunan çare, arkadaş evlerine yemeğe gitmektir.

Bu arkadaş toplantılarından birinde galerici, çevirmen ve tiyatro seslendirme sanatçısı  Adalet Cimcoz ile tanışır. Ada olarak da anılan cemiyetin bu tanınmış siması ve onun avukat eşi Mehmet Ali dönemin politikacılarıyla yakın ilişki içindedirler. Yıllar sonra Sabahattin, Cimcoz’lardan koruma ve yurt dışına kaçmak için yardım ister. Kaçması için gerekli araç sağlanır. Bir süre Cimcoz’ların evinde saklanır. İstihbarat teşkilatı tarafından sürekli gözlendiği bilinen bu evin sakinlerinin, Ali’nin sonunu getirdiğine kimileri tarafından bugün hala inanılmaktadır.

FATİH AKIN SABAHATTİN ALİ’NİN PEŞİNDE

Belki yaşarken şöhreti dünyayı tutan bir isim olamadı. Ama öldükten yıllar sonra “Kürk Mantolu Madonna” kitabından uyarlanan oyun, aksayan rejisi ve yavan performanslarına rağmen izleyici sıkıntısı çekmiyor. Şüphesiz ki bu, okurunun ölümsüz eseri bir kez de başka seslerden dinlemek istemesi sayesindedir. Yakın zamanda senarist Ece Yörenç tarafından sinemaya uyarlanması planlanan romanla ilgilenen biri daha var. Dünyaca ünlü yönetmen Fatih Akın. Son filmiyle birçok ödül kazanan Akın, bu proje için Türk yapımcılarla çalışmaya hazır.

Sabahattin Ali’nin beyazperdede sergilenen diğer eserleri de şöyle... “Hanende Melek (Metin Erksan), “Azap Yolu”(Kağnı ve Ses öykülerinden hareketle, Yılmaz Duru), “Kuyucaklı Yusuf” (Feyzi Tuna), “Gramafon Avrat” (Yusuf Kurçenli).

Kaynak: “Yok Bi’şey Acımadı ki...”  ve “Filiz Hiç Üzülmesin”, Filiz Ali, Yapı Kredi Yay.



8 Mart 2018 Perşembe

Anıştırma



ERKEK: Bal-ım!
KADIN: Kim?
E: Sence...?
K: Yok artık!
E: Düşün..!
K: Palas pandıras?
E: Cevap ver!
K: Ne?
E: Doğruyu söyle!
K: Yine mi... Ah! ...Dur!
E: Burada mı?
K: Hayır!
E: Orada mı?
K: Hayır!
E: Zurnanın zırt dediği yer!
K: Daha neler...
E: Akabinde... 
K: Asla!
E: Hem de nasıl...
K: Bi git!
E: Eceline mi susadın?
K: Açık kapı bıraktım.
E: Basma damarıma!
K: Hadsiz!
E: Defol!
K: Olur...
E: Gel!
K: Neden?
E: Neden olmasın?
K: Üstüne üstlük...
E: Kanın kaynıyor!
K: Şeytan görsün yüzünü!
E: Her ne kadar ben...
K: Gerçi sen...
E: Çünkü o...
K: Yan çizme!
E: Uzun hikaye...
K: İş başa düştü!
E: Şüphen mi vardı?
K: Kanıtın var mıydı?
E: İşte burada!
K: Nerede?
E: Zokayı yuttun!
K: Eeee, zıvanadan çıkacağım şimdi!
E: Yani, yeter mi...?
K: Eh... Yok... Sadece... Sakin...
E: Fesh edelim mi?
K: Henüz değil.
E: Üç buçuk atıyorsun.
K: Ulu orta konuşmasak...
E: Ağzında bakla ıslanmıyor ya...
K: Ruhu duymamıştır.
E: Yabana atıyorsun...
K: Eee söylesene...
E: Neyi?
K: Gerçeği...
E: Deyimler ve atasözleri...
K: Korkak!
E: Salak!
K: Gel!
E: Hayır!
K: Direnme!
E: O kadar uzun boylu değil!
K: Rest!
E: Ödüm patladı!
E: Sen...?
K: Ben...? Dış kapının mandalı!
E: Ocağına düştüm!
K: Bilmiyordum...
E: Nereden bilecektin ki...
K: Aşık mısın?
E: Şüphesiz!
K: Affet!
E: Çok geç!
K: Geliyor galiba...
E: Hiiii! Sakla beni...
K: Ok yaydan çıktı!
E: Mektubu verdin değil mi?
K: İç ettim!
E: Bilmiyor mu?
K: Sakın çam devirme!
E: Ah, içim içime sığmıyor...
K: Artık gidiyorum.
E: Çalmadan mı oynuyorum?
K: Baharı yaşıyorsun.
E: Ya karşılıksızsa?
K: Ne gelir elden insan olmaktan başka...
E: Hemen cıvıma...
K: O da seviyor seni.
E: Tanrılar sofrasında bir saki...



10 Şubat 2018 Cumartesi

GÖNÜL BORCU

"Eğer yeteneğiniz yoksa; fazla alçakgönüllüyseniz, vahşilikten nasibinizi almamışsanız filan... film yapmayı beceremeyebilirsiniz. Ben bir gansterim. Bir şeyi istersem, onu elde ederim." 
                                                                      John Cassavetes



       

Kader, korkusuzlara 'sınırsız eğlence' vadeden bir parkın yamacında yaşıyordu. Mahallesindeki bir çok kişiden farklı olarak, bu parkta çalışmıyordu. Yine de gününün büyük vaktini parkı ziyarete gelenlerle karşılaşarak geçirirdi. O, parkın girişindeki benzincinin kafeteryasında kasiyerlik yapıyordu. Üzerine nefti yeşili önlüğünü geçirir ve  hıza ve neşeye' doymaya şartlanan yüzleri incelerdi. Günde sekiz saatini envai çeşit insan görerek geçirmesinden olsa gerek; çatı katındaki dairesine döndüğünde çayını ve makarnasını alır ve parkın en yüksek noktasına hakim olan Adalet kulesi manzaralı penceresinin önüne yerleşirdi. Komşularından sadece ikisini tanırdı. Evine konuk kabul etmez ve Kardinal pavyonunda geçirdiği gençlik günlerini hiç aklına getirmezdi. Güzel kadındı vesselam, ancak saçına ve ellerine gösterdiği özeni diğer yerlerinden esirgerdi.

Kader eleğini penceresinin dibine astığından emindi.  O vakit adaşı, yani talih kapıyı çaldı, Kader'i şaşırttı. Yüzünü minik bir velet kılığında gösterdi. Yazgı, Kader'in üç kat altındaki iki odalı  daireyi altı kardeşiyle paylaşıyordu. Babasının patronları, ispiyoncu damgası yemiş olan adamcağızın defterini dürmeye geldiklerinde evden bir tek o kaçabildi. Kader'in kanatlarının altına sığındı. Küçük çocuk, hiç kimselerle konuşmayan bu başörtülü kadını bir kaç kez apartman girişinde görmüştü. Fakat çaresizdi. Acizdi. Yazgı ile Kader'in yolları işte böyle birleşti.


"Dünyadaki en zor şey kendini ifşa etmek, yapmak durumunda olduğun şeyi açıklamaktır. Bir sanatçı olarak inanıyorum ki, bizler bir sürü şey denemek zorundayız. Fakat her şeyin ötesinde, aslolan başarısız olmaya cesaret edebilmektir. Kim olduğunuzu açığa vurabilmek için her şeyinizi riske atmaya istekli olmalısınız." 
                J.Cassavetes (oyuncu, yazar, yönetmen)1929-1989

3 Şubat 2018 Cumartesi

niye onu seçti, bilmem

Gerçek dostluk gerçek aşktan daha nadir bulunur. Sevdiğimiz birçok
eser, rekabeti bir kenara bırakıp işbirliği yapmayı seçen edebi
dostluklar sayesinde ortaya çıkmıştır.



Size hem meydan okuyan hem de ilham veren birini bulun ve hayatınızı
onunla geçirin.

Yüzüklerin Efendisi ve Narnia Günlükleri
1926 yılında Oxford Üniversitesi'nde bir toplantıda tanışan C.S. Lewis
ve J.R.R. Tolkien'i birleştiren efsanelere ve mitlere duydukları
hayranlık olmuştu. Lewis Tolkien'le tanıştığında şöyle bağırmıştı,
"Ne? Sende mi? Bu dünyada tek kişi olduğumu sanıyordum..." İkili Grimm
Masalları, Ortaçağ ve Baltık destanlarını okuyarak büyümüşlerdi ve bu
hikayelerin çocuklardan çok evrensel doğrulara ait olduğuna
inanıyorlardı.
İkinci Dünya Savaş'nın başladığı yıllarda kendilerine bir çalışma
programı hazırladılar. Akşamları parklarda yürüyerek o gün okudukları
hakkında görüş alış verişinde bulunurlardı. Lewis "uzay yolculuğu"
Tokien de "zaman yolculuğu" hakkında uzmanlaşmak istiyorlardı.
Birbirileri üzerinde derin tesir bıraktılar. Tolkien fazla hayalci
bulduğu Lewis'e akılcı önerilerde bulunurdu. Lewis de asosyal
arkadaşının daha çok toplum içine çıkmasını sağlardı. Elbette teoloji
ve din konusunda görüş ayrılıkları da vardı ama bu el ele verip Narnia
ve Orta Dünya'yı yaratmalarına engel olamadı.

Çıplak Şölen ve Uluma
1943'te ortak arkadaşları Lucien Carr'ın tanıştırdığı Allen Ginsberg
ve William Burroughs Beat kuşağı olarak adlandırılan bir jenerasyonu
etkileyen eserlere imza attılar. Onları birleştiren uyuşturucu, seks
ve şiirdi. Yanlarına tuvalet kağıdına üç haftada yazacağı "Yolda"
kitabı ile ünlenecek olan Jack Kerouc'u da alarak 1945'te New York'ta
bir apartman dairesine çıktılar. Zira Ginsberg, Columbia Üniversitesi
yatakhanesinde uygunsuz durumda yakalandığı için okuldan
uzaklaştırılmıştı. Ginsberg eğitimine "Tanıdığım en entelektüel insan"
dediği Burroughs'un verdiği kitaplarla devam etti.

1950'lerin sonunda Tanca'da aldığı notları ve Ginsberg ile
mektuplaşmalarından yola çıkarak "Çıplak Şölen" kitabını yazan
Burroughs, kitabının edtörlüğünü de yakın arkadaşına teslim etmişti.
İkili bu sırada kısa süre aşk yaşasa da dost kalmakta karar
kıldı.Ginsberg bu dönemde "Uluma" şiirini yazdı ve büyük ün kazandı.

Cut up (dilimleme) tekniği ile iki ayrı sayfayı ortadan bölerek
yepyeni bir sayfada birleştirmeyi adet edinen Burroughs'un yazı tarzı
Ginsberg tarafından övüldü. Burroughs'un kurgu tekniği kimileri
tarafından 'şarlatanlık' olarak görüldü. Oysa Ginsberg yakın dostunu
edebiyatın Cezanne'ı olarak anmaya devam etti. Farklı şehir ve
ülkelerde
ölene dek görüşmeye devam eden dostlar birbirlerinden aldıkları güçle,
Amerikan edebiyatının köşe taşı sayılan roman ve şiirlere imza
attılar.

Yaşamın Ucuna Yolculuk ve Mektup Aşkları
Önceleri "Bir İntiharın İzinde" koyduğu son eserini yazarken duyduğu
dünya ağrısını dostu Leyla ile paylaşmıştı Tezer Özlü.

"Özverinin, kardeşlik duygusunun silinip, çıkar ilişkilerinin egemen
olduğu bir dünyada dostlar olmadan ne yapardık bilmiyorum." sözü
Leyla Erbil'in meslektaştan öte gördüğü dostlarına bakışını açıklar.

"Tezer ile iki konuda birbirimize söz vermiştik. İlki evlilik
kurumunu, kocaları, eşlerimizi anlatacağımız birer roman yazmaktı."
demiş ve ona verdiği sözü "Mektup Aşkları" romanını yazarak tutmuştu.
Tezer "Bu dünyada en yakın hissettiğim, beni coşturan dostum" diye
seslenirdi Leyla Erbil'e. Erbil de "Karşılıklı olarak yüreklerimizi
değiştirdik" diye sarıp sarmalardı dostluğunu.