Taze
başlangıçlar yaşamayı ve sahne kenarında durup “...ve Perde!” repliğini işitmeyi
severdi. Huzuru konservatuarda bulduğunu söylerdi.
Güzel aktris tahta basamakların üzerinden seslenir. “Ah
nasıl da bihaberler yaşadıkları anın mucizeviliğinden!” En ön sırada oturan
Alman profesör ayağa sıçrar ve kırık Türkçesiyle haykırır; “Böyle olmaz!”
Yanındaki gözlüklü dramaturg bir yandan onu sakinleştirmeye çalışırken diğer
yandan salonun arka tarafına göz gezdirir. Aradığını bulmuş olmanın
memnuniyetiyle karanlıkta bekleyen öğrencilere göz kırpar. Renkli gözlü
yakışıklı delikanlı koşarak sahneye fırlar. Henüz filizlenen bir tomurcuğun
ahengiyle konuşur; "Ben
senin önünde yere kapanmadım! Çektiği acılara rağmen, inancını yitirmeyen tüm insanların
önünde eğildim!" Alman profesör bu kez “Bravo Raskolnikof, bravo Cüneyt!”
diye alkış tutar. Sınıfın gözdesi yine herkesin kurtuluşu olmuştur. Salondaki
kalabalık rahat bir nefes alır. Dramaturg “Bugünlük bu kadar arkadaşlar”
diyerek çalışmanın bittiğini haber verir.
HAYATININ EN
RAHAT YILI
1939 yılının
bahar aylarıdır. Hayatının en huzurlu yılını yaşadığını düşünmekte olan
gözlüklü dramaturgun ismi Sabahattin’dir. Altı ay önce Musiki Muallim
Mektebi’ne Almanca Öğretmeni olarak atanmıştır. Bir hafta geçmeden kendini
Ankara Devlet Konservatuarı’nda diksiyon öğretmeni ve dramaturg olarak bulur.
Bu süreç aynı zamanda Hitler Almanya’sından kaçıp Atatürk’ün davetiyle
Türkiye’ye sığınan profesörlerin üniversitelerimizi dönüştürdüğü döneme denk
düşer. Sabahattin ünlü tiyatro insanı Carl Ebert’ın çevirmenliğini de yapar.
Ebert seneler sonra Sabahattin’in kızı Filiz ile karşılaştığında dahi Ali’den
‘kardeşim’ olarak söz edecektir.
Alman Carl ile Türk Sabahattin el ele verip başkentte
yeni bir tiyatronun temellerini atarlar. Öğrencileri Cüneyt Gökçer, Melek Ökte,
Ertuğrul İlgin sayesinde dünya edebiyatının nitelikli yazarlarının eserlerini
sahnede izlemek Anadolu insanına da nasip olur.
1939 yaz aylarında ilk kez tatil yapma lüksüne kavuşur
Ali ailesi. Moda Burnu’nda Rumların işlettiği Apergis Pansiyonu’nda kalınır.
Fotoğraf tutkunu Sabahattin üç ayaklı tripodunu üşenmeden taşır sırtında.
Çiçekli sokakları, başıboş hayvanları ve tenha plajları sığdırır kadrajına.
GİZEMLİ
BERLİN GÜNLERİNİN ANISI
Derken 1940 yılı gelir. İkinci Dünya Savaşı etkisiyle
Sabahattin ikinci kez askere alınır. Büyükdere’deki ekmekçi taburunda yapar
askerliğini. Eşi Aliye de o zamanlar şortlu sosyete kızlarının dolaştığı
Büyükdere’yi pek sever. Bu dört aylık sürede ailenin canını sıkan tek olay
Sabahattin’in çatlayan koludur. Sürekli sıcak su ile pres yapılan kolu
sıkıntılı Berlin günlerini getirir aklına.
1928’de Milli Eğitim Bakanlığı bursu ile dört yıllığına
gittiği Berlin’den bir Alman öğrenci ile tartıştığı gerekçesi ile kısa sürede
döner. Daha sonra Nihal Atsız’ın “İçimizdeki Şeytanlar” kitapçığında iddia
ettiği gibi, belki de zamansız dönüşünün altında yatan şey korkudur. Her ne
olursa olsun, Berlin tecrübesi onun Almanca ve Rusça öğrenmesine, yeni sanat
akımlarını ve özgür ruhlu sahne insanlarını izlemesine neden olur. O anılar
askerliğinde kafasına üşüşür ve Sabahattin “Kürk Mantolu Madonna”sı biraz
Berlin’de kaldığı pansiyondaki kızlardan biraz da Yeniköy ve Moda sahillerinde
tanıştığı aklı havada sanat meraklısı afetlerden esinler taşır.
AKIL
HOCASI NAZIM HİKMET’Tİ
1940 yılında Hakikat gazetesinde “Büyük Hikaye” başlığı
altında 48 bölüm olarak yayınlanan “Kürk Mantolu Madonna” hakkında Nazım Hikmet,
Ali’ye gönderilmek üzere bir mektup kaleme alır. Mektupta şu ifadeler dikkat
çeker... “Kitabın
birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük
burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki,
insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, yazık olmuş, bu çok
orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkan boşuna harcanmış, keşke bu başlangıç
harcanmasaydı, diyor. Ben başlangıcı okurken yani Berlin’e kadar olan pasajı,
senin benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o
başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin
efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman
yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız harika musiki birdenbire
kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına, o kısım, başlı başına bir büyük hikaye
olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı
için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.”
PARILDAYAN SABAH
YILDIZI
Sokakta oyun oynamaktan çok evde kitap okumayı ve resim
çizmeyi seven bir çocuk düşünün. Kimi zaman kabuğundan çıkar, parıldayan
suratıyla komşularına taklitler yapar. Bu yüzden de ‘sabah yıldızı’ olarak
anılır. On beş yaşında Balıkesir Muallim Mektebi’ne giren ve o günlerde bile
okuldan kaçıp soluğu tiyatroda alan bir çocuk... Sanatçıların serbest yaşamlarına
özenen cin gibi bir velet... Çevresinde kimsenin onu anlamadığını düşünmekte...
Balıkesir’de ünlü biri olamayacağını da biliyor. Ailesine blöf yaparak intihar
girişiminde bulununca istediği oluyor ve naklini İstanbul’a aldırıyor. Yazıları
önemli dergilerde çıkmaya başlasa ve çekingenliğini atsa da, istediği şöhrete
ulaşmasına daha zaman var.
Farklı arkadaş gruplarına girip çıkıyor. İşte Nihal Atsız
da Ali’nin bu dönemini ‘kafası karışık’ olarak niteliyor. Başında kavak yelleri
esen her genç gibi Ali de rotasız ilerlemekte...
SAHNE
SEVDASI
Sabahattin’in kendini bulduğu yer tiyatrodur. Ne zamanki
ikinci askerliği biter de Ankara’ya döner, kendine güveni perçinlenir. Piposu
ve elinden düşürmediği kitabı ile önüne gelenle konuşma fırtınası başlatır.
Herkesi güldürmeyi pek sever.
Yeni arkadaş çevresinde yeni kurulan Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesi’nden Niyazi Berkes, Muzaffer Şerif Başoğlu, Behice Boran,
İsmail Hakkı Balamir, Cevdet Kudret gibi isimler vardır. Ankara evlerinde
toplanılır, gizlice Nazım şiirleri okunur, tiyatro tartışmaları yapılır. Çoluk
çocuk piyano ve keman çalar, eşler sergilere gider. Sabahattin’in eşi Aliye
yemek konusunda marifetli değildir. Ali eşine yemek kitapları hediye eder, çift
birlikte yemek tarifleri denese de muvaffak olamazlar. İyi yemek istenirse
bulunan çare, arkadaş evlerine yemeğe gitmektir.
Bu arkadaş toplantılarından birinde galerici, çevirmen ve
tiyatro seslendirme sanatçısı Adalet
Cimcoz ile tanışır. Ada olarak da anılan cemiyetin bu tanınmış siması ve onun
avukat eşi Mehmet Ali dönemin politikacılarıyla yakın ilişki içindedirler.
Yıllar sonra Sabahattin, Cimcoz’lardan koruma ve yurt dışına kaçmak için yardım
ister. Kaçması için gerekli araç sağlanır. Bir süre Cimcoz’ların evinde
saklanır. İstihbarat teşkilatı tarafından sürekli gözlendiği bilinen bu evin sakinlerinin,
Ali’nin sonunu getirdiğine kimileri tarafından bugün hala inanılmaktadır.
FATİH AKIN
SABAHATTİN ALİ’NİN PEŞİNDE
Belki yaşarken şöhreti dünyayı tutan bir isim olamadı.
Ama öldükten yıllar sonra “Kürk Mantolu Madonna” kitabından uyarlanan oyun,
aksayan rejisi ve yavan performanslarına rağmen izleyici sıkıntısı çekmiyor.
Şüphesiz ki bu, okurunun ölümsüz eseri bir kez de başka seslerden dinlemek
istemesi sayesindedir. Yakın zamanda senarist Ece Yörenç tarafından sinemaya
uyarlanması planlanan romanla ilgilenen biri daha var. Dünyaca ünlü yönetmen
Fatih Akın. Son filmiyle birçok ödül kazanan Akın, bu proje için Türk
yapımcılarla çalışmaya hazır.
Sabahattin Ali’nin beyazperdede sergilenen diğer eserleri
de şöyle... “Hanende Melek (Metin Erksan), “Azap Yolu”(Kağnı ve Ses
öykülerinden hareketle, Yılmaz Duru), “Kuyucaklı Yusuf” (Feyzi Tuna), “Gramafon
Avrat” (Yusuf Kurçenli).
Kaynak: “Yok Bi’şey
Acımadı ki...” ve “Filiz Hiç Üzülmesin”,
Filiz Ali, Yapı Kredi Yay.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder