5 Ekim 2015 Pazartesi

Bugünün aynası olacak film



80 darbesinden sonra Türkiye toplumunda yaşanan büyük parçalanmayı, kamplaşmaları, insan emeğinin değersizleştirilmesini, sokaktaki insan üzerinden anlatan bir çok film çekildi sinemada. İlk aklıma gelenler Namuslu (E. Eğilmez, 1984) , Züğürt Ağa (N. Çölgeçen, 1985) ve Muhsin Bey (Y. Turgul, 1987). Hepsinde hikayenin ana karakterinin aynı oyuncu (Şener Şen) tarafından canlandırılması tesadüf mü bilemiyorum. Sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo'nun, "Türk Sinemasında Şener Şen" kitabında Şen'i Türk gösteri sanatları geleneğinin bir temsilcisi olarak tanımlayarak kendisinin de üslubunu ve yorum şeklini bu gelenekten yararlanarak oluşturduğunu kabul ettiğini belirten saptamasını hatırlıyorum. Buna göre Şen'in izleyici tarafından kucaklanmasının altında yatanın, yeni bir döneme girişi, arada kalmış karakterleri sadelik ve gerçeklikle anlatması olduğuna işaret ediliyordu.

Gelelim bu güne...
Sadece toplum bilimcilerin ve araştırmacı yazarların değil; Türk psikiyatri derneği ve sağlık bakanlığının istatistikleri de gösteriyor ki;
sokaktaki birçok insanın kabul ettiği üzere son beş yılda yeni bir fay kırığı ortaya çıktı Türkiye'de. Psikolojik hastalıklar ve antidepresan kullanımının son 5 yılda  %110 artmasının altında yatan nedenler araştırıldığında ortaya çıkan sonuçlar çoğunlukla toplumdaki kutuplaşmaya odaklanıyor.
Benim gözlediğime göre edebiyat ve video yerleştirmeler gibi çağdaş yerleştirme sanatları bu kırığı en iyi anlayan disiplinler şimdilik.
Resim ve hatta heykelden açık ara öndeler.


Sinema ise tüm kuvvetini televizyon dizilerine akıtmış gibi görünüyor. Bunda Türk tv dizilerinin Latin Amerika da dahil olmak üzere yaklaşık 70 ülkede merakla takip edilmesinin ve bu alanda bir arz-talep dengesinin oturtulmaya çalışılmasının etkisi var. Ancak yine  de böyle bir fay kırığının/yarılmanın beyazcamda sürekli bağıran ve ani öfke patlamaları ile sebepsiz şiddete yönelen karakterlerin üzerinden resmedilmesini endişe verici buluyorum.  Zira televizyon bu yarılmanın nedenlerini ve sonuçlarını araştırmaktan çok durumu entrikalara ve zengin-fakir uçurumu gibi klişelere bağlamaya eğilimlidir. Çünkü televizyonun amacı seyirciyi bilinçlendirmek değil uyutmak, rahatlatmaktır.  İzleyicinin tüketim çarkının ve sanal gerçekliğin içinde kalmasını sağlamaktır.

Özellikle bu yıl artan festival iptalleri, sansür sorunu ve desteklerin sınırılandırılması sinemanın belini bükmüş gibi görünüyor. Ancak yine de önümüzdeki iki yıl içinde Ortadoğu coğrafyası ve ülkemizde görülecek gelişmelerin özellikle büyük şehirlerdeki uçurumu belirginleştireceği aşikar. Kimbilir belki de çözüm, meslek birliklerinin ve üretken sinema emekçilerinin bir araya gelerek  ortak çalışmalara imza atmasındadır. Paris'teki banliyö olaylarının ertesinde La Haine (Protesto) gibi bir fenomen filme imza atmış Fransız sineması burada bir örnek olabilir. Özellikle filmin yönetmeni Kassovitz'in "batı avrupa'da  artan mülteci ve ırkçılık sorunundan sonra" filmin devamını çekmeye başladığını açıklamasından sonra.

Biz de kendi müziklerini, dillerini ve sermayelerini oluşturmaya başlasa da, sürekli görmezden gelinen İstanbul'un kıyısındaki bağcılar ve esenyurt gibi semtlerdeki yaşanan fay kırıklarını sinemada görmeye başlamalıyız. Bugün bize ön yargısız, aşağılamayan, içerden  bakabilen, -mış gibi yapmayan ve dürüst bir dille yapılmış ;
bireysel kaygıların içinde boğulmadan nefes alabilen bir sinema gerekiyor.

*fotograflar : La Haine, 1995, M. Kassovitz

3 yorum: