14 Haziran 2015 Pazar

gülmek eğlenmek istiyorum lakin nasıl olur bilmiyorum

Herhalde ilk gençliğimizde, Doğulu bir memlekette aldığımız batılı eğitime körü körüne inanıp sonra da o sayede kazandığımız özeleştiri mekanizmasını pek menem bir şey sandık.. Ölçülere uymayışımızın hıncını da kendimizi bölük pörçük ederek  çıkardık. Bir şeyler sürekli yerine oturmuyordu, biz de nedeni hep Şarklılığımızda buluyor, buraları küçümsüyor, diğer yandan da bize Şark'ta neler olup bittiğini anlatmayan eğitim sistemine veryansın ediyorduk.

Sonra biraz büyüdük, memleketi gezdik filan, alenen Doğu'ya ait olduğumuzu fark ettik. Hatta daha da yaş alıp dünyayı gezmeye başlayınca İran'dan beter Pakistan'a yakın bir görgü, kültür, sanat ve bilinç düzeyi ile başa çıkmamızın mümkün olmadığını kabulleniverdik. Ben ve birkaç arkadaşımı kastediyorum burada. Memlekette bu kadar acı ve saçmalık yaşanırken müzik dinlemeyi, eğlenip gülmeyi dert eden ve bunun için de kendini hiç suçlu filan hissetmeyen azınlığı...

Geçen yirmi yılda, eğlenme kültürümüzde görülen değişiklik, gündelik hayatımıza yansımayınca biraz sersemleşmedim değil. Bir kere memlekette her şekilde ayakta kalmanın ana şartı, gülmek geçmek ve boşvermek. Bu tamam.

Yirmi yıl önce Metallica, Michael Jackson gibi ilk büyük müzik konserlerinde kendini kaybedercesine hipodromları dağıtan o gençlikten şimdi her hafta sonu neredeyse beşer onar düzenlenen müzik festivallerinde tepinmeye kadar geldik. Sevdiğimiz gurupları dinleyebiliyoruz , yeni şeyler keşfediyoruz ama bir türlü asıl derdimiz müzikmiş gibi davranamıyoruz. Hep kafamızda başka bir şeyler var. Sürekli ne kadar şöhretli ve şahane çevrelere sahip olduğumuzu, modern göründüğümüzü beyan etmekle uğraşıyoruz. İnternet de buna tuz biber ekiyor, herkesin herşeyden haberi var, herkes müthiş politize, kimse sadece kendini akışa bırakmıyor.

BU haliyle belki bir Afganistan'dan ne bileyim Tunus'tan, Yemen'den falan fena durumdayız. An'ı hissetmemizi engelleyen milyon tane şeyi çevremize yerleştiriyoruz.  Bir melodinin ritmine kapılıp dansa, dostlarımızla kahkahaya boğulmaya,  müzik festivalinin rahatlamasına kendimizi bırakamayışımızın, aslında çocukluğumuzdan beri  büyük bir mahalle baskısının altında ezilmekten mi kaynaklandığını merak ediyorum. Bu gençlik, tarihinde bir gün olsun, bir şey umursamadan eğlenmeyi düşünebilecek mi acaba?

Barış Uygur Uykusuz'da yazmış;"Elalemin anarşisti bina işgal eder, komün kurar, oy vermez; bizim anarşistlerimiz oy vermek bir yana dursun, ıslak imzalı sandık tutanağı peşinde koşar... Sandık başlarında gencecik arkadaşları gördükçe batılı akranlarının muhtemelen hiç yaşamayacakları bir tecrübeyi, şu son bir buçuk yılda üç kez yaşadıklarını düşündüm. Gençelere gençliklerini borçluyduk üstüne birkaç pazar günü daha borçlandık."
...
mesele kökünde aynı, bizden başka biri olmamız istendikçe kim olduğumuzu bir türlü bulamamaya dolayısıyla da hakkımızı aradığımız meydanlarda sabır yerine öfkeyle sarsılmaya ve müzik dinlemeye gittiğimiz festivallerde bile yalandan eğlenmeye devam edeceğiz.

diğer yandan...
hakkını ararken de eğlenmek mümkünün filmi;

http://www.cbsfilms.com/pride/

11 Haziran 2015 Perşembe

Yemek Ara'larına Son!


Hayatım öğle yemeği aralarına sıkışmış gibi. Ne yaparsam yapayım ana rollerde hep lisedeki kuru kalabalık yer alıyor. Sanki menüde sümüklü bamyaların servis edildiği berbat bir Salı günü lise yemekhanesinden içeri giriyorum ve kuyrukta birbirlerine sağlıklı yaşam tarifleri veren süper dominant Bircanla Şencanı görüyorum. Evlenmeden önceki yaşam sürelerini daha iyi bir av bulmak için bir tür test sürüşü gibi değerlendirip, nikah defterine imza attıktan sonra tüm şuurunu yitiren arkadaşlarım, bunlar işte. Bugün ne kadar steril, ahlaklı ve ucuz AVM geyiği varsa onlardan öğrenebilirsiniz. Muhtemelen son cümleleri de, hayatın tüm sırlarına vakıf olan anneler kulübüne bir türlü katılamayan benim gibi fanilere ne kadar acıdıkları, ile ilgili olacak.

Yürümeye devam ediyorum...
Cancanların hemen ilerisinde, her sınava köpekler gibi çalışıp bunu inkar eden ve sağ omzuna saldığı örgü peliği ile çok havalı görünüp sınıftaki inekliğini perdeleyebileceğini sanan saf Nermin duruyor. Yanına gidip onu sarsmak istiyorum,
Aloo, buradaki en rüküş kadın sensin çünkü o kadar ressam adını, sadece şu sinir bozucu yerde entel görünüp bir sıfata sahip olmak için öğrendiğin gün gibi ortada! İnan bana, yapışkanı yalama olmuş bir yara bandı gibi duran sarkık etekliğini çıkarıp yalancılığını bir kenara bıraksan daha kendin gibi olursun ve böylece yıllardır peşinde olduğun okulun çakma şair çocuğu Özkanın da dikkatini çekebilirsin ha!
Yok, diyemiyorum... Eminim Nermin ömrü boyunca girdiği tüm sınavlardan yüz alacak ama o çok istediği Boğaziçi İşletme mezunu titri ve bir türlü oturtamadığı saç modeli ile ressam adlarını karıştırmaya devam edecek. Onun başka versiyonu bir hatun da gelip bizim ofiste en manzaralı odaya kurulacak. Ardından tuvalet sohbetlerinde ne meşhur bir sanat çevresine sahip olduğu ile övünerek aklınca bizi ezikleyecek.

Lisedeki yemek kuyruğu sanki hiç ilerlemiyor ama ben, ha gayret, bir iki adım daha atıyorum...

Aman Allahım, sakın üzerime sıçramasın, post- çevreci İdil değil mi o?! Afrikanın kadersiz bengalleri ve Antarktikanın kör fokları için para toplayan, bu esnada yerelliği de elden bırakmayıp Hasankeyf sular altında kalmasın diye kendini paralayan İdil, çevresinde biriken ekürileri ile okul aile birliğine darbe girişimi planlıyor. Yemek sırasının en önünde durmuş, daha özgür bir eğitim hayatı için başlatacakları imza kampanyasını örgütleyişini imrenerek izliyorum. Neden sonra İdilin bana yönelen kısık bakışlarından anlıyorum ki, onlara bakarken dişlerimi fazla göstermiş olmalıyım. Yok valla, böylesine hiç bulaşmak istemem.

Sanki öğle yemeği arası koskoca bir zaman tüneline düşüyor. Feleğim şaşıyor.
Kullanım kılavuzumu ele geçirmiş de tüm hayalperestliğimin koca bir kabuk olduğunu anlamış gibi duran Vedat bana sırasını veriyor da İdil ve şürekasından biraz uzaklaşabiliyorum neyse ki...

Biraz sonra bir uğultu yükseliyor. Yemek kuyruğundaki kızlar donup kalmış gibi görünüyor. Çünkü içeri basketbol takımının kaptanı Semih girmiş ve salyalarını silen hatunlara kırıtmakla meşgul kendisi. Beni her gördüğünde düşük omuzlarım, çarpık bacaklarım ve felaket karikatürlerimler dalga geçtiğini bildiğimden fark etmesin diye kafamı çeviriyorum. Nafile bu kez de formamın altına giydiğim Sepultura tişörtüme dil uzatıyor. Üzerinde sahte Shaq dövmeleri bulunan biri tarafından özenti olarak yaftalanmak da ayrı bir zevk tahmin edersiniz.

Artık yeter! Gözümde gittikçe uzayan yemek kuyruğunu es geçip kantinde satılan patates kızartmasını ve goralıyı tırtıklamaya karar veriyorum. Ama hayır bugün şanslı günüm değil tabi ki, işte geçen yıl tüm yemek aralarında bahçedeki ağacın altına oturup Evil Dead ve Kujo konuştuğumuz ilk karın ağrım Metin orada yeni gözdesi Gülşah ile takılıyor. Yok artık, benim rüyalarıma girmesine neden olan Lovecraftları bu kazulet kıza veriyor olamaz değil mi? Acı gerçek yavrum, beyinlerindeki gri hücre eksikliğinden bu salak herifler, bir dişide işe yarayan numaranın hemen hepsinde çalışacağına inanır.

İştahım kapanıyor!
Merdivenlere yöneliyorum. Masa tenisinin önünden geçerken okula yeni gelmiş bir Suriyeli çocuğu sıkıştıran vandallara rastlıyorum. Bunlar da son seçimlerde ortaya çıkan oy dağılımının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini iddia eden felaket tellalları. Çalıştığım medya plazanın kafeteryasına konuşlanıp sabah akşam dövizdeki dalgalanmalardan söz edip kendileri gibi görmedikleri diğer ırkları aşağılayan amip kırıntıları ile aynı familyadanlar yani...

Nihayet okul bahçesine çıkıyorum, ancak bana doğru yaklaşan tehlikeyi çok geç fark ediyorum. Yumurta topuklu ayakkabılarıyla gri paspal paçalarını sürükleyen dangoz okul müdürüm giriş kapısının yanındaki duvara astığımız okul gazetesindeki son yazımın hesabını soracakmış gibi görünüyor. Sürekli beni okuldan atmakla tehdit ederek orta öğretim başarı puanımı baltalamaya çalışan müdür Kemal de bugün itibarıyla, tazminatımı elime tutuşturmadan beni kapı önüne koymaya meraklı embesil patronumun bir kopyası olarak önümde dikiliyor.

Bu bir Diablo Cody filmi olsaydı, hikayeye feminist esanslar katmak için karakterim herkese küfür edip posta koyduktan sonra bir kenara yığılıp kendi haline acır; sonra da efkarını dindirmek için çılgın bir seyahate falan çıkardı. Ya da diyelim doksanların yönsüz kadınlarıyla dalga geçen bir Atıf Yılmaz filmi olsaydı, kafası karışık karakterim pespaye hayatını iplemez, inadına önüne yasak diye konulan yola sapardı.

Heyhat, ortada ne yasak bir yol ne profilime koyacak egzotik bir yemek ya da kendime avatar yapacak ateşli bir dansçı keşfinin yer aldığı bir yolculuk var. Çapsızım işte.

Artık yemek aralarına çıkmak istemiyorum.

Bu aralar ve onu dolduran insanlar, hep birbirine benziyor sanki. Film içinde filmin döndüğü kabuslar gibi... Evde hazırladığı öğle yemeğiyle okulun arkasındaki kömürlükte takılan tuhaf kız olmaya devam ediyorum her seferinde. Ya  da ofiste masamın başında kalıyor ve kendimi yemek sepetinden ısmarladığım büyük boy bir pizzayla, bol vişneli bir çikolatalı pastanın içine gömülürken buluyorum.


8 Haziran 2015 Pazartesi

Own Your Crazy | Gina Brillon: Pacifically Speaking





gina kadın beyninin nasıl çalıştığını anlatıyor...

basit bir problemin salt kendisi değil, çözümü bile mesele yahu bizim için, şalterler hep açık.
bizim beynimiz iblisten ödünç alınmış sanki.
 24 saat çalışan bir düşünme makinesi ve önerisi şu, kızlar çılgınlığınıza sahip çıkın!
P.S. ladies you need chick friends, because they are your support system!

6 Haziran 2015 Cumartesi

Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık!



 YOK mu, VAR
Şunu aklında tut iyice
Çilekte var, altın gibi parlayan ferik elmasında var
Güneşte, gümüş fildişinde
Tahtada, kömürde sütte
Suyun ateş olduğu, ateşin su olduğu yerde var
Kızımıza ördüğün yeşil atkıda bile
Beni seven ellerinde var
Bir sabah geçiyordun
"Bir sabah geçiyordun ne demek"
 Nasıl, niçin ve nereden
Bil ki böyle bir eksiklikte var
Dilini acı yapan tütün kırıntısında
Örneğin bir yolculukta, katran gibi çaylar içtiğin
Kirazlar bavulları akasyalar sevdiğin
Her türlü virajlarda
Ağaççileği gibi, ince çekirdekli
Dile, dişe,damağa yayılan
Akide olan gözlerinde
Gözbebeklerinde yeşim
Yakut olani zümrüt olan damarlarında
Özleminde günbatımı
Yok mu,var.

Nasıl var hem de
Var içimizde bizi eksiltmeden
Dışarda var
Oranda, orantıda, dengede
Bir hüzün bile sinmemiş plastik çiçeklerde
Gene var, yüzünü yıkadın mı, iyi
Sildin kuruladın mı
Çıktın mı sokağa
Yalnız su aramaya gidilen yollarda
İnce bir bardak gibi gövdelenesin diye susuzluk
Orda var.

Ayakların değsin de suya
Sözgelimi herhangi bir Haziranda
Haziranın köylü yüzünde
Çizgili mintanında
Denizlere uçan aklında
Değsin de suya ayakların
Sudan üşüyen parmaklarını çekerken
Tam orada

Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı,
Aşkın en büyüğü en dayanılmazı demeli buna

Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

Edip Cansever



***Volubilis, North Africa


4 Haziran 2015 Perşembe

aşka düşen kişi, canla baştan geçer*


GözlGözle göremedikleri dışında ilgisini çeken hiçbir şey yoktu artık yeryüzünde. 
Kabuğuna çekilip bu davanın sonuçlanmasını bekleyecekti.  
Sanat tabiattan önce gelir deyince ona bıyık altından güldü. 
Eğer Resan, fazla mütecessis görünüp bu uzun kirpikli beyzadeyi ürkütmekten çekinmese ona neden güldüğünü sorardı. O vakit, eşrefi mahlukatın hayal tarihini bir bir anlatırdı genç adam da kıza. Derdi ki, senin o şaheser saydıkların eğlence peşindeki tuhaf bir büyücü kadının marifeti 1917nin çetin geçen kışında erosun sinsi planına sadık kalan  Kader, Memet ile Kumrunun yollarını bağlamamış olsa, Anadolunun esmer mermerleri Göksu bahçelerine giremezdi. 
Ne Karadenizin dalgaları şairlere ilham olur,  Moda sahillerindeki hüzün ölümsüz tablolara yansır  ne de Galata semalarındaki  nihavend ney sesi kulaklarımızı yakardı. 

İki sersem hasret kavuşmuş olsa boğazın suları mavisini yitirir, rüzgarın dilini yakalama telaşına düşen biçareler terennümü bırakıp Balıklı Rumu ağzına kadar doldururdu. Korkak Kumru bir zahmet edip bekleyeydi, tanrıyla arasındaki yarışmanın mukadder mağlubiyetine kurban gitmezdi aşk. 

Meknes Audutorium, Morrocco

*Aşkın adüşen kişi, Yunus Emre

2 Haziran 2015 Salı

Boğaz kıyılarında can veren domuzlar


  
   Bir hafta içinde Boğazı yüzerek geçmeye çalışan sekizinci domuz, Beykoz sularına yaklaştığı esnada amansız bir akıntıya kapılarak sürüklenip gidince yetkililer, çevre halkının rahatsızlığını gidermek amacıyla, etkili bir önlem almaya karar verdiler. Kesilen ağaçların yarattığı sıkıntıyı dindirecek yeni bir peyzaj düzenlemesi... Gereksiz endişeyi şimdilik giderecek bir çözümdü bu. Zaten köprü inşaatıyla, tüp geçitlerle doğanın dengesinin bozulduğu falan yoktu. Bunlar hep çekemeyenlerin sözleriydi. Bu cenabetlerin ölümleri, eksik parmaklı bebek doğumları hep yüce Rab'in takdiriydi. Başa gelen çekilirdi.

  Kendine bilim adamı diyen bir kitapsızın rivayetine göre, ortalığı kırıp geçiren riyolit nezlesini tetikleyen şeyle domuzları korkutan neden aynıydı. Cezayir menekşeleri ve ücretsiz fesleğen temini, zararlı metallerin yarattığı nezleyi halledebilirdi. Fabrikaların zehirli duman yayan bacalarının mühürlenmesi, okulların alarma geçirilmesi, bağımsız afet organizasyonlarından yardım istenmesi durumu abartmak olurdu şimdilik. Ne yazık ki, şehrin gerdanına yapılan etkili rötuş ve ithal çam ağaçlarının ana yol kenarlarına serpiştirilmesi kimseyi rahatlatmadı. Damarlarına bolca sersemlik şırınga edilmiş kimseler bile geçici çözümlerin vaktinin dolduğunu biliyordu. Yedi tepe tarifsiz bir sıkıntıya mahkum olmuştu.

   Kara bir sis bulutu gibi şehrin üzerine çöken bu tekinsiz hava, sadece esnafın işlerini bozmakla kalmamış devlet dairelerinin de işleyişini durdurmuştu. Git gide trafik, faili meçhul bombalamalar ve hatta işsizlik bile şikayet sıralamasında gerilere itildi. İnsanlar tuhaf bir uyuşuklukla sokaklarda yalpalıyor, günler geceler iç içe geçiyordu. Tüm bu hengame içinde kent sakinlerine yeni bir dert musallat oldu. Anadolu yakası kıyılarında muhtelif kundaklama vakaları tespit edildi. Karadeniz’e yakın kıyılardaki güzelim yalılar birbirinin peşi sıra muammalı yangınların pençesine düşerken onlardan birinin pek kıymetli sakini Gazel Serinses, büyük büyük dedesi muharrir Rasih Tura Beyefendi’den aldığı genlerin hakkını verme derdine düşmüştü. Ortalıkta tuhaf dolaplar dönüyordu ve  Tura soyağacının yaşayan en meraklı üyesi, bu durumdan bir hikaye çıkarmadan rahat etmeyecekti.

   Öncelikle şüpheli ihalelerin gözdesi sabık emlak kralının kardeşi, belediye başkanı Vahit Temiz ile görüştü. Başı işsizlik fonu ve tarihi eserleri restore komisyonu ile dertte olan başkan Vahit, şaka olsun diye bir aslan kafesine kapatıldığı çocukluk yıllarından beri hayvanlardan hiç haz etmiyordu.
“Yaban domuzları sürüyle şehre insin, isterlerse şehrin orta yerinde çiftleşsin, umurum olmaz” deyip işin içinden çıkıverdi.

   Kentin uğursuzluğundan uzak kalmak için temizlik işçilerinin aylıklarından aşırdığı paraları, evli sevgilisiyle başka diyarların altın kumlu tasasız sahillerinde yemek üzere, Gazel hanımefendi ile yaptığı mülakatı yarıda kesip yola çıktı. Bay Temiz'e göre basın; deliren geyiklere, alışveriş merkezlerini basan tilkilere, yurtsuz köstebeklere ilgisini birkaç gün içinde yitirecekti.

   Gazel Serinses, yüreğini sıkıştıran umutsuzluk hissini bu çirkin devlet dairesinde bırakıp kendisini bekleyen sorumlulukları yerine getirmek üzere harekete geçti. Neyse ki çalıştığı bina belediyeye yakındı. Havanın erken karardığı o kış gününde Gazel, tenha sokakta tıngır mıngır yürürken kendini anılara kaptırmaya hayli müsait bir ruh haline doğru sürükleniyordu. Her şey nasıl başladı? Bana söylenen yalana gözlerimi kapamadığımda neredeydim, diye düşündü. Galiba şimdi yanıtlardan çok sorularla ilgilenmeliydi. Durdu, ela gözlerindeki kaygı ve kederi gizleyen kalın çerçeveli gözlüklerini çıkardı ve kızıl gökyüzüne bakıp derin bir nefes aldı. Ertesi günün baskısına bir iki detay eklemek üzere gazete binasına doğru yürümeye devam etti.

   Her ikisi de zamanında büyük büyük dedesinin yakın arkadaşı olan ve talihsiz kurşunlara hedef olarak vakitlerinden önce bu aleme veda etmiş beyefendilerin adını alan sokaklardan geçti. Gazeteye yaklaştıkça çocukluğunu anımsadı. Dudaklarına yerleşen ufak tebessüme engel olamadı. Büyük bir hevesle bu sokaklardaki taşların sayısını not ederek dedesine yazdığı ilginç hikayelere, bu ayrıntıları da eklediği zamanları düşünmek ona iyi geliyordu. Dört kuşaktır ticaretle uğraşan ailesinin ikinci gazeteci üyesiydi o. Rasih Tura’nın mirasını taşıdığı için gurur duyuyordu.

   Yeni Nesil gazetesinin bekçisi Asım efendi, vardiyasının bitmesine yakın binaya giriş yapan Gazel hanımı saygıyla selamladı. Güzelliğinin altını çizmeyen ve  düşünceli duruşuyla hep uzaklardaymış gibi görünen bu asil ve zarif kadın her gördüğünde onda bir ferahlama yaratırdı. Gönül almasını bilir, Bina taşınsa dahi  yadigar Asım efendinin yerinde kalmasını şart koşardı. Ama gazetenin sekreteri huysuz Birgül için aynı hisler geçerli değildi. Sosyete sayfalarında gezinmesi gereken bu kadının bu ruhsuz binadaki varlığından rahatsızdı Birgül. Yalılarda oturup yatlarla gezen zengin bir kadının niye böyle saçlarını sıkıca topuz yapıp, modası geçmiş çan etekleri ve ucuz trençkotları kuşanıp muhabirlik peşine düştüğünü anlamak onun gibi haris huylu, kıt zekalı bir zat için mümkün görünmüyordu.

   Gazel, ikinci kattaki çalışma masasına vardığı vakit, ertesi günkü gazetenin ön baskısı matbaaya henüz gitmişti. Haberlere şöyle bir göz gezdirdi. Her kriz döneminde olduğu gibi yine anlamsız dedikodu ve cinnet haberleri başlıktaydı. Dünyanın garip bir dengesi vardı. İnsanoğlu kötüyü anlamak yerine göz ardı etmeyi tercih ediyordu demek ki. Huzursuzluğunun bitmesi için elinde başkan Vahit'in göreve gelişine dair  dedikoduları doğrulayacak bir delil olsa diye diledi. Yıllar önce Bay Temiz başkan seçilmeden önce hatrı sayılır iş adamlarının çiftliklerinde gizli görüşmelerle onlardan destek istemiş, en sonunda gizli bir tekkede yuvalanan garip bir örgütten yardım dilenmek için Anadolu yollarına düşmüştü. Anlatılana göre, Vahit bir tek randevu bile koparamadan tekke kapıarından geri dönmüş ancak Prens adalarının en büyüğünde katıldığı bir müzayedede bu menfur örgütün gizli elçilerinden bir ecnebi uşak kendisine destek verileceğini gün gelince de kefaretinin alınacağını açık etmişti. Gazel, kulağını her daim delik tutması gerektiğni  erken yaşta öğrenmişse de belgelenmemiş dedikodulara, mesnetsiz hikayelere itibar etmezdi. Yine de  garip bir his geldi çöreklendi içine. Atasından yadigar haber kokusuydu bu. Saygın bir haberci olmadan evvel de sahip olduğu bir şey. Olacakları kilometrelerce öteden fısıldayan bir rüzgar. Annesi bu hisse erken doğumunun neden olduğunu söylerdi ama o hazırlıksız yakalanmasını engelleyen bu hissin ona tabıattan miras olduğuna inanmayı severdi.

   Masasındaki elektronik ekranlı gri ahizeli telefon çaldı. Arayan haber kaynaklarından Aysar’dı. Bir önceki sabah gerçekleşen Kandilli İnci Sultan’daki yangına dair ilginç bir haber verdi.  Osmanlı saray eşrafından pek muhterem İnci efendiden miras yalı, artık ülkenin en mühim ailelerinden birinin bekar ve zengin oğluna aitti. Kagir yalının önemli kısmı tadilattan geçtiği için hasar fazla değildi, lakin garip olan yangın söndürüldükten sonra yalıya giren evsahibinin sanat koleksiyonuna ait önemli parçaların eksik olmasıydı. Ev sahibinin elini çabuk tutması sayesinde pahada ağır gergedan heykelleri koleksiyonu ve gizli bir sanat koleksiyonun da kayıp olduğu haberini verdi. Şefine durumu bildirdi ve yalının sahibini tanıdığını belirtip bu konuda bir haber yapmak üzere onayını aldı.
   Gecenin tuhaf, yapışkan kokusu sandalyesinin arkasındaki açık camdan  içeri dolarken Nevber, işleri dolayısıyla bir süredir evden uzakta bulunan eşi Ahmet’i ve zamanının çoğunu spor kampında geçiren tenis atleti küçük kızı Göknar’ı düşündü. En son ne zaman birlikte seyahat ettiklerini, eğlendiklerini; her şey bir yana aynı masada oturup yemek yediklerini anımsayamadı. Herkes işi, okulu ya da hayalleri için çalışırken bir diğerini unutmuştu galiba. Her gün yinelenen kuru telefon mesajları, sarı kağıtlarına iliştirilen hatırlatma notları ve arkası gelmeyen sevgi sözcükleri...

   Son zamanlarda sürekli nerede yanlış yaptığını düşünüyordu. Ailesini bir arada tutmaya, sosyal hayatta parmakla gösterilen bir hanımefendi olmaya çalışırken kendisi ile konuşmayı unuttuğunu fark etti. Kendisine en son dürüst davrandığında canı yanmıştı. Kimsenin ulaşamayacağı derin bir kovuğa saklanmış oradan çıkması için işini bahane etmişti. Artık kendine haksızlık yapmaktan vazgeçmesi lazımdı. Gazel gibiler dürüstlük ve güveni hayatlarına ana düstur edindiklerinden kısa süreli şaşkınlıklardan sıyrılmaları kolaydır. Ailesine olan ilgisindeki azalmayı tetikleyen şeyin ne olduğunu düşündü. İlk ne zaman kafasının karıştığını hesapladı ve işleri yoluna koymak üzere kendine söz verdi.

   Elindeki haberlerle uğraşmadan önce uzun zamandır ertelediği bir şeyi yapması gerekiyordu.  Bugünü kurmak için geçmişten tamamen sıyrılmalıydı. Sonsuza dek kapatılması gereken sayfası masasındaki en alt çekmecede beklerken kendini ailesine adadığını iddia edemezdi ya. Kendini zorlayarak çekmeceyi açtı orada duran tahta kutuyu alıp masasının üzerine bıraktı. Elektronik ajandasını açıp bir telefon numarası aramaya başladı. Kısacık bir an tüm özü o masadan, binadan hatta o şehirden ayrıldı. Çok uzaklara gitti. Ruhunu kederli günlere taşıyacak bir anı geldi yüreğinin orta yerine oturdu.

   Gazetenin geniş haber bölümünün kuzey kanadında, pek göze çarpmayan bir noktaya yerleştirilmiş masasında oturup bilgisayar ekranına dalan Gazel hanımı o sırada görenler, hummalı bir çalışmanın ortasında sanırdı. Oysa artık ona pek tanıdık gelmeyen, kendisi yerine yakın bir dostunun başından geçmiş gibi anımsadığı bir küçük gölgeye takılıp gitmişti bile çoktan. Karlarda yuvarlanan bir sarmaşık... İki serseri mayın. Evlenmeden önceki hayatının artık kuruyan bu anına vefa borcunu ödeme bahanesiyle kandırdı kendini. İçinde laf anlatması gereken ne çok kişi vardı. Birini sustursa diğeri suçlayacak bir şey bulurdu. Neyse ki, içindeki tüm o geveze sesleri susturacak bir zenginliği vardı. Gazel Serinses için en önemli şey, anı yaşamaktı. Bu yüzden, günün güzel geçmesi için verilen tüm tavizleri değerli bulurdu. O halde aklına gelen düşünceleri savuşturup kutuyu sahibine teslim etmesi gerekiyordu. Kararını vermiş olmanın huzuruyla derin bir nefes aldı. Ajandasını çantasına yerleştirdi. Ertesi günkü programına ait son düzenlemelerini de yapıp saatler gece yarısını gösterirken boş evine gitmek üzere masasından ayrıldı.