Hayatım öğle
yemeği aralarına sıkışmış gibi. Ne yaparsam yapayım ana rollerde hep lisedeki
kuru kalabalık yer alıyor. Sanki menüde sümüklü bamyaların servis edildiği
berbat bir Salı günü lise yemekhanesinden içeri giriyorum ve kuyrukta birbirlerine
sağlıklı yaşam tarifleri veren süper dominant Bircanla Şencan’ı görüyorum. Evlenmeden
önceki yaşam sürelerini daha iyi bir av bulmak için bir tür test sürüşü gibi
değerlendirip, nikah defterine imza attıktan sonra tüm şuurunu yitiren arkadaşlarım,
bunlar işte. Bugün ne kadar steril, ‘ahlaklı’ ve ucuz AVM geyiği varsa onlardan
öğrenebilirsiniz. Muhtemelen son cümleleri de, hayatın tüm sırlarına vakıf olan
‘anneler
kulübüne’ bir türlü katılamayan benim gibi fanilere ne kadar acıdıkları, ile ilgili olacak.
Yürümeye devam
ediyorum...
Cancanlar’ın hemen ilerisinde, her
sınava köpekler gibi çalışıp bunu inkar eden ve sağ omzuna saldığı örgü peliği ile
çok havalı görünüp sınıftaki inekliğini perdeleyebileceğini sanan saf Nermin
duruyor. Yanına gidip onu sarsmak istiyorum,
“Aloo, buradaki en rüküş kadın sensin çünkü o kadar ressam adını, sadece şu
sinir bozucu yerde entel görünüp bir sıfata sahip olmak için öğrendiğin gün
gibi ortada! İnan bana, yapışkanı yalama olmuş bir yara bandı gibi duran sarkık
etekliğini çıkarıp yalancılığını bir kenara bıraksan daha ‘kendin gibi olursun’ ve böylece yıllardır
peşinde olduğun okulun ‘çakma’ şair çocuğu Özkan’ın da dikkatini çekebilirsin ha!”
Yok,
diyemiyorum... Eminim Nermin ömrü boyunca girdiği tüm sınavlardan yüz alacak
ama o çok istediği Boğaziçi İşletme mezunu
titri ve bir türlü oturtamadığı saç modeli ile ressam adlarını karıştırmaya
devam edecek. Onun başka versiyonu bir hatun da gelip bizim ofiste en manzaralı
odaya kurulacak. Ardından tuvalet sohbetlerinde ne meşhur bir san’at çevresine sahip
olduğu ile övünerek aklınca bizi ezikleyecek.
Lisedeki yemek
kuyruğu sanki hiç ilerlemiyor ama ben, ha gayret, bir iki adım daha atıyorum...
Aman Allah’ım, sakın üzerime
sıçramasın, post- çevreci İdil değil mi o?! Afrika’nın kadersiz bengalleri ve Antarktika’nın kör fokları için
para toplayan, bu esnada yerelliği de elden bırakmayıp Hasankeyf sular altında kalmasın diye kendini paralayan İdil, çevresinde
biriken ekürileri ile okul aile birliğine darbe girişimi planlıyor. Yemek
sırasının en önünde durmuş, daha özgür bir eğitim hayatı için başlatacakları
imza kampanyasını örgütleyişini imrenerek izliyorum. Neden sonra İdil’in bana yönelen kısık
bakışlarından anlıyorum ki, onlara bakarken dişlerimi fazla göstermiş olmalıyım.
Yok valla, böylesine hiç bulaşmak istemem.
Sanki öğle yemeği
arası koskoca bir zaman tüneline düşüyor. Feleğim şaşıyor.
Kullanım
kılavuzumu ele geçirmiş de tüm hayalperestliğimin koca bir kabuk olduğunu
anlamış gibi duran Vedat bana sırasını veriyor da İdil ve şürekasından biraz
uzaklaşabiliyorum neyse ki...
Biraz sonra bir
uğultu yükseliyor. Yemek kuyruğundaki kızlar donup kalmış gibi görünüyor. Çünkü
içeri basketbol takımının kaptanı Semih girmiş ve salyalarını silen hatunlara
kırıtmakla meşgul kendisi. Beni her gördüğünde düşük omuzlarım, çarpık
bacaklarım ve felaket karikatürlerimler dalga geçtiğini bildiğimden fark etmesin
diye kafamı çeviriyorum. Nafile bu kez de formamın altına giydiğim Sepultura tişörtüme dil uzatıyor.
Üzerinde sahte Shaq dövmeleri bulunan biri
tarafından özenti olarak yaftalanmak da ayrı bir zevk tahmin edersiniz.
Artık yeter! Gözümde
gittikçe uzayan yemek kuyruğunu es geçip kantinde satılan patates kızartmasını
ve goralıyı tırtıklamaya karar veriyorum. Ama hayır bugün şanslı günüm değil
tabi ki, işte geçen yıl tüm yemek aralarında bahçedeki ağacın altına oturup Evil Dead ve Kujo konuştuğumuz ilk karın ağrım Metin orada yeni gözdesi Gülşah
ile takılıyor. Yok artık, benim rüyalarıma girmesine neden olan Lovecraft’ları bu kazulet kıza veriyor olamaz değil
mi? Acı gerçek yavrum, beyinlerindeki gri hücre eksikliğinden bu salak herifler,
bir dişide işe yarayan numaranın hemen hepsinde çalışacağına inanır.
İştahım
kapanıyor!
Merdivenlere
yöneliyorum. Masa tenisinin önünden geçerken okula yeni gelmiş bir Suriyeli
çocuğu sıkıştıran vandallara rastlıyorum. Bunlar da son seçimlerde ortaya çıkan
oy dağılımının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini iddia eden felaket tellalları.
Çalıştığım medya plazanın kafeteryasına konuşlanıp sabah akşam dövizdeki
dalgalanmalardan söz edip kendileri gibi görmedikleri diğer ‘ırkları’ aşağılayan amip
kırıntıları ile aynı familyadanlar yani...
Nihayet okul
bahçesine çıkıyorum, ancak bana doğru yaklaşan tehlikeyi çok geç fark ediyorum.
Yumurta topuklu ayakkabılarıyla gri paspal paçalarını sürükleyen dangoz okul
müdürüm giriş kapısının yanındaki duvara astığımız okul gazetesindeki son
yazımın hesabını soracakmış gibi görünüyor. Sürekli beni okuldan atmakla tehdit
ederek orta öğretim başarı puanımı baltalamaya çalışan müdür Kemal de bugün
itibarıyla, tazminatımı elime tutuşturmadan beni kapı önüne koymaya meraklı
embesil patronumun bir kopyası olarak önümde dikiliyor.
Bu bir Diablo Cody filmi olsaydı, hikayeye
feminist esanslar katmak için karakterim herkese küfür edip posta koyduktan
sonra bir kenara yığılıp kendi haline acır; sonra da efkarını dindirmek için
çılgın bir seyahate falan çıkardı. Ya da diyelim doksanların ‘yönsüz’ kadınlarıyla
dalga geçen bir Atıf Yılmaz filmi
olsaydı, kafası karışık karakterim pespaye hayatını iplemez, inadına önüne
yasak diye konulan yola sapardı.
Heyhat, ortada ne
yasak bir yol ne profilime koyacak egzotik bir yemek ya da kendime avatar
yapacak ateşli bir dansçı keşfinin yer aldığı bir yolculuk var. Çapsızım işte.
Artık yemek aralarına
çıkmak istemiyorum.
Bu aralar ve onu
dolduran insanlar, hep birbirine benziyor sanki. Film içinde filmin döndüğü kabuslar
gibi... Evde hazırladığı öğle yemeğiyle okulun arkasındaki kömürlükte takılan ‘tuhaf kız’ olmaya devam ediyorum her
seferinde. Ya da ofiste masamın başında
kalıyor ve kendimi yemek sepetinden ısmarladığım büyük boy bir pizzayla, bol
vişneli bir çikolatalı pastanın içine gömülürken buluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder