Burunda bir iki yere baktıktan sonra yürümekten sıkıldık ve önümüze ilk çıkan bara oturalım, dedik. Kapıdan girer girmez O’nu gördük. Hiç oralı olmadım. Tekin selamlaştı tabi, herkesle iyi geçinir ya o… İki dakika geçmedi yanımıza damladı, dangoz.
“Size bira ısmarlayayım”, dedi. Oturdu.
“Yalancıların bu masada yeri yok!”, diye çıkıştım.
Tekin önündeki tütünü sarmaya koyuldu. Fakülteden mezun olduğumuzdan beri görmediğim adama ne
garezim var, anlamamıştı. Ama beni tanır, asabımın bozuk olduğu vakitte, yamacıma ilişilmeyeceğini bilirdi.
“Ah, ne büyük sürpriz!” diyen Selma’nın sesini duydum. Meğer bu mendeburla birlikteymişler. Sınıfın en akıllı, en güzel kızı... Demek ki hayat ayrım gözetmiyor, herkese sille tokat girişiyor. Şimdi sarı dişli bir müteahhide dönüşen karşımdaki pisliğe, Selma'nın hatırına, daha ne kadar katlanırım? Tartamıyorum. Şehre sadece iki günlüğüne gelmişim. İyi vakit geçireyim de, inime geri döneyim istiyorum. Eski defterleri açmanın ne yararı var?
Karşımda oturan Tekin'e bakıyorum. Gülümsüyor. Tıpkı yirmi beş yıl önce, o Beşiktaş otobüsünde sırlarımı dinleyip bana hak verdiği, hatta arka çıktığı günkü gibi... Aramızdaki şey hiç değişmedi. Yıllar içinde başka şehirlere, başka hayatlara savruldum durdum. Tekin hep aynı evde oturdu, aynı işe gelip gitti, hiç evlenmedi. Ben kaybolmak istesem de bir şekilde buldu beni. Bir araya geldiğimizde hep çok içtik, çok güldük. Bu anlarda sanki çok uzak bir tepenin ardında kalan o iki küçük serserinin yaşamasını sağlıyormuş gibiydik. Bizden başka herkes çocukluğunu gömmüştü. Oysa acı bir gülüşle hatalarımızı affetmek gibisi, var mıydı? Yılda bir doz... Senede bir gün... Fazlasını kaldıramazdık, biliyorduk.
Masadaki sünepe yakamızdan düşmüyor. Yüzüne bakmıyor, o yokmuş gibi davranıyorum. Tekin göz ucuyla süzüyor beni. Muhtemelen ne zaman masanın üzerinden atlayacağımı ve tahta zeminin ne kadarını şu godoşun beyin sıvısıyla yıkayabileceğimizi çözmeye çabalıyor. Eskisi gibi... Birbirimize bağlı ruhlarımız semada buluşur, sonra yine yere iner ve yukarda imzaladığımız o gizli akide uyardık. Aynı anda kavgaya girişirdik. Ağzımız burnumuz yamulana dek dövüşür, kovulduğumuz her yerden kahkahalarla ayrılırdık.
Tekin bu defa geçmişi özlemiyor belli ki... Dümbük herifi kolundan tuttuğu gibi kapı dışarı ediyor. Selma'dan da rica ediyor, yalnız bırakın bizi, diyor. Onu ilk kez bu kadar ciddi görüyorum. Yok yok şimdi hatırladım; babasının cenazesinden sonraki haftalarda, yazın ortasında kürklü bir gocuk ile dolanırken de bu haldeydi.
Masaya geri döndüğünde hiç duymadığım bir ses tonuyla hızlı hızlı konuşmaya başlıyor.
"En rezil hallerimizi, kalp kırıklıklarımızı, bataklıkta debelenmelerimizi biliyoruz. Senden başka kimseden isteyemem. Beni öldürür müsün?" diye soruyor. Pat diye! Afallıyorum. Tekin'i hayatımı borçlu olduğum insanı... Aşk gibi kahredici bir kuvvetin beni sersemleterek üfürdüğü çukurdan çıkaran adamı... Öldürmek mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder