Tüm gün evlerinde bir tedirginlik; annesi ne yemek yapsın, hangi sararmış kırlentini çıkarıp televizyon sehpasına sersin bilemiyor. Gaye'nin yüzünü hiç anımsamadığı ağabeyi bugün hapisten çıkıyor. Ben az biraz hatırlıyorum Tayfun'u. Bizim sokağa ilk taşındıkları gün, üzerinde Lee Van Cleef tişörtü vardı.
Babamın pazar sabahları olağanüstü hal ilan edip tüm ahaliyi spagetti western izlemeye mecbur bırakmasından bu zat-ı muhteremin, van Cleef'in, ismine aşinaydım. Alman atalarının koca bir nesli üfürmesinin kefaretini ödermişçesine hep kötü adam rollerine layık görülen Cleef bey, çoğunluğun üzerinde yarattığı korkunun aksine bende bir hayranlık duygusu uyandırırdı. Karşısındaki can çekişirken onun gözlerinde kıvılcımlanan ateş böcekleri ve hain gülümsemesinin altında yatan alay, beni daha o yaşta hiç kimsenin nedensiz yere kötü olamayacağına inandırmıştı. Sokağımızın sonunda bir türlü bitmeyen sağlık ocağı inşaatında öğleden sonraları üç beş çocuk toplanıp Kara Murat oynadığımız zamanlarda ben Lee van Cleef olmak isterdim. Bizim çocuklar adamın adını bilmezdi, ben de kirli yüz kod adını kullanırdım. Onun alnına benzesin diye sivilceli alnımı kırıştırıp o gün kim tarafından canlandırılıyorsa bizans tekfurunu tehdit ederdim. Eğer istediğim haracı hemen çıkarıp vermezlerse sağ cebimdeki plastik baretta tabanca ile onu öteki dünyaya göndereceğim tehdidini savururdum. İşte yine böyle bir gün, Osmanlı akıncılarını hazırola dikmiş, soğukkanlılıkla sırıtırken inşaatın ortasında; yeni bir ses bizim keli, çukuru bol, cümbüşü de her daim yerinde mahallemize intikal etti. Tayfun'u ilk orada gördüm. Yüzünü hiç anımsamıyorum ama birkaç dakika durup etrafı süzerkenki hali aklımda. Onun da gözlerinde ateş böcekleri vardı. Heyecanlanmamak ne mümkün... Diğerlerinin itirazına aldırmadan, oyunu bıraktım. Koşarak bizim evin bahçe duvarının arkasına gittim. Orada etrafı dikizlemek için açtığım ufacık bir delik vardı. Annem evdeki işleri bitirip derslerimi tamamlamadığımda sokağa çıkmama izin vermediğinden o bahçe duvarının arkasındaki deliğimin ardına konuşlanır, gelen geçeni gözetlerdim. Deliğin ardında durmuş bunların eşya taşımalarını izlerken, Van Cleef sokağa taşınırsa ben artık kendime bir başkasını bulmalıyım diye düşündüm ilk olarak. Daha o günden hesapçı biriydim, hep bir sonraki adımımın ne olacağını planlar ve o adımı en inandırıcı biçimde atmak için bir an önce araştırmaya girişmek isterdim. Ben böyle yeni canlandıracağım karakter hakkında düşünür; Mavi Ay'daki Maddie Hayes ile Charles in Charge'daki Buddy arasında gidip gelirken, annem kapıdan seslendi. Biraz akıtma yapmış, "Yeni gelen komşular açtır şimdi. Git bir hoşgeldiniz, bunları annem gönderdi, de" lafıyla elime koca bir tepsi tutuşturuverdi.
Şikayet etmeden tepsiyi aldım ve yeni bay kirli yüzle tanışmak için Şensözler apartmanına doğru ilerledim. Apartmanın ikinci katına taşınıyorlardı, dairenin kapısı zaten açıktı ve ben içeri başımı uzatmadan, kucağında iki üç yaşlarında kumral lüleli, sonradan adının Gaye olduğunu öğreneceğim bir kız çocuğu ile bir kadın beni karşıladı. Seyyal teyze yarım dünya gibi kadındı. Akıtmaları görünce keyiflendi. Teşekkür ederek, tepsiyi akşam geri yollayacağını söyledi. İçeri davet etmesini, bir iki söz etmesini bekledim ama hevesim kursağımda bizim eve geri döndüm. Ben eve dönerken babam da küçük deri çantasıyla işten geliyordu ve bu yemek saatinin de geldiğinin işaretiydi.
Akşam yemeği boyunca annem o gün pazarda duyduğu dedikoduları babama yetiştirdi, babam göz ucuyla haberleri izleyip arada sırada onun söylediklerine baş sallamakla yetindi. Bense sürekli yeni bir rol model arıyordum. Niye bilmem, hiç pazarlık etmeden Van Cleef rolünü mahalleye yeni gelen o çocuğa teslim edivermiştim. Yemek sonrası masayı topladım, babamın ayakları rahatlasın diye içine iki çay bardağı tuz boca ettiğim ılık suyla dolu leğeni hazırladım ve televizyonun karşısındaki yerime yayıldım. Saat kaçtı bilmiyorum zil çaldı. Annem cin tabi, hemen "Tepsi geldi, nihayet." deyiverdi. Babamın ikazlarına aldırmadan hızla öne atıldım ve müstaki evimizin merdivenlerini uçarak indim. Demir dış kapıyı açtım. Karşımdaydı işte kirli yüz. Bir şeyler söylüyordu, sesi çok uzaklarda bir yerlere takılıyor da bana ulaşamıyor gibiydi. Gözlerinin içindeki ateş böceklerinin dansına öylesine kaptırmıştım ki kendimi, kulaklarım uğulduyordu dediklerini anlamıyordum. Tepsiyi verdi, ben de tek nefeste "Bu tren Tucumcari'de duracak!" dedim. Bu replik ağzımdan nasıl çıktı bilmiyorum, ama dedim işte. O an ateş böcekleri dans etmeyi bıraktı, oldukları yerde durdular ve yaydıkları sarı-kırmızı ışıklar mora dönüverdi. Ben onu bizim kurak sokağımıza girdiği an tanımıştım ve ona göndereceğim yarım dudak gülümsemem hazırdı çoktan. Oysa... Kirli yüz beni o an görmüştü.
Birisi tarafından görülmek önemlidir, buna hazırlıksız olanlar bir şaşalar önce, sonra bir böbürlenir, zaten çoğunluk hoşlanır bundan. İnsana tuhaf bir güç, bu dünyada bir anlam olduğu duygusu verir çünkü, biri tarafından görülmek. Ürken azdır bu halden. Sobelendiğini düşünüp saklanacak kovuk arayan azdır... Şimdi düşünüyorum da, Tayfun'un o zaman ürküp bir anda merdivenlere yönelmesinde yabanilikle yaftalanamayacak kadar derin bir şey vardı. Ben o sersem aklımla, o repliğimin devamını getirecek, hınzır mınzır "Bir dahaki trenin gelişine vakit var!" falan diyecek sanıyordum. O yaşımdan beri hiç değişmeyen huyumdur bu; hayatın kendisi benim yazdığım finalleri uygulamıyor diye sürprizleri sevmem, zamanın anlık hızlanıp yavaşlamalarına akıl erdiremem.
Ertesi gün sokaktaki her yeni haberi bize yetiştirmesiyle ünlü bakkalı çırağı Doğan'dan kirli yüzün adını öğrendim. Tayfun. İnşaat artıklarını tırtıklayıp derin pantolon ceplerime zulaladığım mozaik parçaları gibiydin Tayfun. Çırak Doğan'ı lafa tutup bakkal kasasının önündeki raflardan aşırdığım Turbo sakızları gibiydin. Annemin altın gününün orta yerine çöreklenip bohçalarını yere göğe seren çingene Seyhan'dan bile çok heyecanlandırıyordun beni. Bizimle Türk filmi çevirmesen bile sen sokağa çıktığın her an ben betona batıyordum Tayfun. Rüyalarımda hala dişlerinin arasında tuttuğun piponun dumanı gözümü yakıyor bilesin.
Tam otuz yıl sonra, babam bu dünyayı terk edip annemi yalnız bırakınca eski sokağımıza geri döndüm. Heybemde iki eski eş ve dört can yakan ameliyattan başka bir şey yoktu. Dımdızlak kalakalmıştım. Ateş böcekleri ve gizli dumanları görmeyi unutunca, Tayfun'un eve gelmesinden iki gün önce, ben de eve döndüm. Tesadüf mü, orasını siz söyleyin.
İki gün öyle rüzgaaar gibi, kavruk yeller gibi geçti. Şu anda artık mavi sıvası tamamen dökülen Şensözler apartmanından içeri giriyorum. Birazdan merdivenleri çıkacağım, dört numaranın kapısını içi pır pır eden Gaye açacak. Avurtları çökmüş Seyyal abla elinde kırlentleri ile kuru bir hoşgeldin deyip, işlemediği bir suçtan ötürü yılları çürüyen oğlu için, pişirdiği börekleri kontrol etsin diye mutfağa koşturacak. Ben modası geçmiş oymalı koltuklardan birine ilişeceğim. Yıllar boyunca o evi her ziyaret ettiğimde olduğu gibi, Gaye ile havadan sudan konuşacak duvardaki kelebekli saatte geçen saniyeleri sayacağım. Belki en sonunda kapı çalacak. Ateş böcekleri mor bulutların arasından gelip çiçekli gömleğime konacak. Hala merak ediyorum, bu tren Tucumcari'de mi duracak?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder