12 Şubat 2017 Pazar

Yılan adası

Yeryüzünde ademoğluna yasaklanmış bir takım yerler oluğunu biliyor musunuz?


Bunların bazılarında robotlar tarafından nükleer bir takım deneyler yapılıyor bazılarında soyları tükenmesin diye koruma altına alınmış canlılar yaşıyor. Birinde ise ölümcül yılanlar var. Brezilya yakınlarındaki Yılan Adası olarak anılan adadan söz ediyorum. Adaya soluklanmak için inen kuşlar, zehirli engerekler tarafından boğuluveriyorlar. Bu adaya düşen kızıl gerdanlı nar bülbülleri gibi hissetmiyor musunuz son günlerde? Kaderler kardinal olmuş, ağaç perileri yolu unutmuş.

Karanlık bir korku her yanımızı sardı. 'Genel Sakatlama Dairesi'* hepimizi eşit kılmak vaadiyle yaşamlarımızı iki sözcük arasına kilitledi. 

Totaliter rejimlerin ilk kurbanlarının kadınlar arasından çıkacağını biliyorduk. 
"Erkekler kadınların kahkahasından korkar, kadınlar ise erkekler tarafından öldürülmekten..." diyordu yazar Margaret Atwood. Karanlıkta bile kahkaha atmaktan çekinmeyen kadınların haline bakın. Bundan yedi yıl önce ilk çığlığı duyduk. Zaman kristal döngüsünü tamamladı, şimdi topun ağzında herkes. Cinsiyet, ırk, mezhep tanımayan bir dil, iki sözcükten onun istediğini seçmemiz konusunda bizi zorluyor. Şeytanları tepemize salmakta beis görmüyor. Onun istediğini seçmezsek başımıza gelecekler sadece işsiz, aşsız bırakılmak olmayacak belli ki... 

Zenginler de ağlar 

Her an aç kalma tehlikesiyle yaşayan yoksul insanlar kolaylıkla kışkırtılıyor. Ezildikçe daha da itaatkar olan insanlıkla defalarca karşılaştı dünya tarihi. Açın halinden tok anlar mı? Şaşırtıcı olan, yoksula daha az yemesini öğütleyerek onu aşağılayandır. Sefalet ve yoksulluk öyle onur kırıcıdır ki, halinin ve ızdırabının farkına varmaz ağzı kokan. Çoğunlukla bir başkasının ona "Bak bu durumda olmanın nedeni bu" demesi gerekir. Onunla aynı ayakkabıyı girip, bir mil yürüyüp aynı dili konuşarak anlatsa da; yiyecek yemek bulamayan kafası çalışmadığından anlatılana inanmaz, anlayamaz da...

Bir de zengin olanlara bakalım. Bugünlerde gazetelerde dükkan kapatan restoran sahiplerinin, eski bekasını yitiren sanat simsarlarının röportajlarına sıkça rastlıyoruz. Yaşamlarının her anında kendi kontrollerinde olmayan şeylerin merhametine kaldıklarını yeni yeni farkeden zavallıcıklara... Rüzgar daha hızlı esse, havanın gidişi değişse gemisi aniden batan ve sosyal konumundan olanlarla doldu taştı çevremiz. 
Oysa bir insana kendinden başka hiçbir şey zarar vermemelidir. Hep görmezden geliyorz da, sadece kalbimiz ve aklımızdakiler bizi mahvedebilir. Korkusuz korkaklık gibi.

Despotluk karşısında herkes adaletsizliğe uğrar. Bugün ne yoksul ne de zengin rahat. Bugün hepimiz mutsuzuz. Bugün bizi iki sözcüğe mahkum kılan da, geleceğimizin her iki sözcükle karanlığa boğulacağını biliyor. Halk, halk için ve yine halk tarafından sopalanıyor. 

Dünya çapında  işsizliğin, ademoğlunun icat ettiği makineler yüzünden arttığı ortada. Yakında birbirimizi yememize gerek kalmadan makineler bizi hüpletecek. Kurtuluş belki de Oscar Wilde'ın dediği gibi robotların köleleştirilmesinde yatıyor. Robotlar iş yaparken insan da kendisi olabilecek diyor. 


Ütopyalar güzeldir

Hadi biraz güzel hülyalara dalalım. Robotlar tüm pis işleri yerimize yaparken insanlık ne yapacak? Kendisi olacak! Üreterek, orman ve bahçelerde yemişlere ve çiçeklere dalarak yaşayacak.

İşte o zaman kul hakkı yemenin vebalini ödeyenlerin başına gelenler hatırlanacak. Bir gün bahçeleri içinde gülümseyen insanlar, torunlarına şöyle anlatacak:

"Kul hakkını yiyenler sonunda kendi başlarını da yediler."




*Genel Sakatlama Dairesi: Kurt Vonnegut Jr. 'ın "Harrison Bergeron" öyküsünde yer alan bir kurumun adıdır. Kurum tüm insanları eşit kılmak için diğerlerinden farklı özellikte bulunanlara sakatlayıcı aletler takar. Örneğin daha zeki olanların kulaklarına düşünceleri önleyici gürültü yayan kulaklıklar takmak veya güzel balerinlerin yüzlerine maske ile ayaklarına ağırlık külçeleri yerleştirmek gibi olağan görevler edinmiştir.







30 Ocak 2017 Pazartesi

Çıplak gerçek

Bu memlekette, ikinci şansını arayanlar sevilmez.
Belki de doğuya has bir şeydir bu. Şark, düştüysen  o düştüğün yerde bilgeleşmeni bekler senden. Yeni bir yolda mı yürüyeceksin o halde; "kimseyi sömürmeden, tabiatın gücüyle eskiyi kucaklamasını bil!", der bir nevi.
Hollywood aktör eskileri bit pazarına nur yağdırırken ve "Terminatör"ünden "Aloha"sına 'geri dönüş' öyküleri şefkatle kucaklanırken bizim buralarda; "Ah, sahip olduğum her şeye sıkı sıkı sarılmalıyım ki bende onun gibi olmayayım." yorumları ile daha sık karşılaşırsınız.

Aldığımız her karar ve seçimlerimiz bizi başka patikalara sürüklüyor. En güzeli de hayatın tek bir doğrusunun olmayışı. 30'larından sonra kendine yeni yollar açacak cesarete sahip o kadar çok insan tanıyorum ki, bence bu harika!
Evet, çoğunluğu bir arpa boyu yol gidemedi. Çünkü bir mesleğe çocuk yaşta adım atanlar Üsküdar'ı çoktan geçmişti. Ama onlar da diğerlerinin sahip olmadığı bir şeylere sahipler artık. Arka çıkışları ve kenar mahalleleri görme kabiliyetine... Kendilerine verdikleri sözü tuttukları için mutlular. Yanılsalar da denedikleri için, özgüvenleri de artmış durumda.

Biraz cesur davranıp eski ve yeni hayatları arasında bir denge kurmaya çalışanları ise sanki daha zor bir macera bekliyor gibi. Kendilerine söyledikleri yalanlarla yüzleşmek... İşte 'çıplak gerçek' tokadını burada suratınıza yapıştırıyor. Kimse suratında tokat iziyle dolaştığının görülmesini istemiyor. Ama sağlam tokatlananlar birbirilerinin yüzünü de bakışlarını da çok net okuyor.

Aldığım en tuhaf tavsiyelerden biri şuydu geçen hafta; "insanların gözlerinin içine dik dik bakma!"
Zaman zaman yerlere düşen edebi aramak için gözlerimi kaçırıyorum ben de... Ama biliyorum ki
çocukluğumdan beri hazinem, o bakışlarım... Ruhlarda hikaye arıyorum. Dilin ve sözcüklerin büyüsünün peşinde dolanıyorum. Tüm evrenlere seyahat edebilmemin yolu da o bakışlarda gizli.  Öykü-seyyahları gibi...

"Bir hayata birkaç hayat sığdırırsan eğer bir kaç aşk da sığdırırsın" gibi bir şeyler demişti, çapkın Mae West.
Düşmek ve kalkmak arasında, insanların ne dediklerini umursamadan alışkanlık ve hayallerimize tutunmaktır bizi devam ettiren.

Kendisini kandırmadan yürüyen ve suratındaki tokadı saklamayan insanları izlemeyi seviyorum.

Böyle insanların hikayelerini anlatmaya çalışıyorum.


Malaga, Spain, 2012

17 Ocak 2017 Salı

Behiye Gelince...





Behiye ile ilişkimiz tuhaf ilerliyor... Bazen mezara kadar paçamı bırakmayacakmış gibi geliyor, yaka silkiyorum. Bazen de onu anımsatan bir şey uzun süre karşıma çıkmadıysa, işler yolunda değilmiş gibi hissedip ürküyor, etrafı yokluyorum... Philip Seymour Hoffman'ın "Along Came Polly"de canlandırdığı Sandy Lyle karakteri gibi manyak bir aktör eskisine dönüşmem umarım :)))

Fazla anlam atfetmek mi? Evet, öyle! "2 Genç Kız"ın zaman zaman güzel tesadüflerle ziyarete gelmesine bayılıyorum.



Teşekkürler İsmail Karadoğan ve Sekrat, sözleriniz bu kıza yakışmış:)

16 Ocak 2017 Pazartesi

Benimle resminin arasına girme!



“Meral: İyi ama o aşık olduğun, benim resmim.
Halil: Sen resmin değilsin. O benim dünyama ait bir şey.
Meral: Korkundan böyle konuşuyorsun.
Halil: Evet korkudan... Ben resmine değil sana aşık olsaydım belki benimle alay edecektin. Halbuki resmin bana iyilikle bakıyor. Ebediyen bakacak. Benimle resminin arasına girme!”
Sevmek Zamanı, Metin Erksan



13 Ocak 2017 Cuma

Hiçbir eylem boşuna değildir

    Bilinmeyen bilinenleri açıklamaya meraklı filozof Zizek, günümüzdeki kıyametin versiyonları metninde üç tip kıyamet teorisinden bahsetmişti... Hristiyan kökten dinci, new age ve tekno dijital post-human. İnsanlığın ulus devletlere duyduğu sabır ve güvenin eksildiği zamanlarda ne yapmalı? Peki hapsolduğumuz çıkmazlardan ve gözümüzün önünde durmasına rağmen kavrayamadığımız gerçeklerden ne haber? Eğer bu yaşadığımız günler tarihin işaret ettiği gibi değişim sancıları çekmeyi gerektiriyorsa; biz oyunun kurallarını belirleyelim, derim. 

Kıyamet gelmeden az önce, yapayalnız kalıp tek bir ışık hüzmesi göremesek de, kendimizden başka biri için çalışmak bizi insan yapar.

   Milet şehir düzeninden yadigar birbirine açılan sokaklarıyla ünlü Manhattan’da, az kişinin bildiği tuhaf müze evler vardır. İki yıl önce bir üniversitede senaryo yazarlığı dersleri aldığım için Upper West Side’da yaşıyordum. Tatil günlerimde elime aldığım müzeler kitapçığımla adanın güney doğusuna gider, tarihi karakterlerin evlerini ziyaret ederdim. Bu müzelerin çoğu mesenler ve gönüllü destekçiler tarafından idare edilen yerlerdir. Bir iki tanesinde şöyle garip panolarla karşılaşmıştım;

“Bazıları diğerlerine yük olmak için dünyaya gelmiştir! Eğer siz de böyle düşünüyorsanız alttaki düğmeye basıp ışıkları yakın!”
veya...
 “Sadece beyaz olanı severiz!”

Ah be ne ülke, ırkçılığa kılıf bile aranmıyor, dediğim çoktur. Ama yeni dünyanın kıvanç kaynağı bu adada, karşıt görüşlerin dansı meşhurdu. İnternet yoluyla bir araya gelen çeteciklerin aktivistçilik oyunları mesela... Adsız alkolik derneklerinde kendini eğleyemeyen sıkıntılı insanlar için oksijen tüpü gibiydi buralar. Merakıma engel olamayıp bazılarına katıldım. Bir tanesi sinema mezunlarından oluşmuş bir film kulübüydü ve eylem olarak yukarda sözünü ettiğim pano yazılarını vb. başka bir esere dönüştürmeyi seçiyorlardı. Her hafta bir film ödev olarak verilir ve o filmde aktörlerin otoriteyle mücadelesi örnek alınarak, eylem planları yapılırdı. Tabi müzeler korunaklı yerler olduğundan dikkatli hareket etmek gerekirdi.

  Benim en sevdiğim müzikli polisiye film “Sound of Noise” (Yaşamın Ritmi) olduğundan bu film söz konusu edildiğinde yapılacak eyleme kayıtsız kalamadım. Filmi izleyenleriniz vardır belki. Kısaca özet geçeyim... Sanatkar ailesi tarafından anlaşılamamış sağır bir polis memurunun, şehri terörize eden gerilla perküsyonistlerle yaşadığı kedi fare oyununu konu alır film. Mizah, gerilim, müzik ne ararsanız var içinde. Neyse işte bir hafta bu filmdeki ekip gibi enstrümantal bir eylem yapmak üzere “Merchant’s House” adlı müzedeki heykel görünümlü boruları seçti bahsi geçen grup. Ben de önce bir saha araştırmasına çıktım. Böyle acayip ‘eser’ler gördüğümde yüksek sanat nedir ucuz sanat nedir, diye önce afallıyorum. Sonra da, sanat sokakta güzel, deyip geçiyorum. Müzede borular zincirlerle kaplı ve üstlerinde latinleri rencide edecek bir takım semboller asılı. Hasılı, çocuklar işkillenmekte haklı.

  Eylem günü geldi. Müzik aletleriyle müzenin önüne gidildi. Filmdeki gibi bir mini-vanımız yok tabi. Bildiğiniz elimizde gitarlar, üflemeliler var. Bende bir numara yok, ama arızalı bir hal çıkarsa gözcülük edeceğim. Bekledik durduk. O günkü anaokulu ziyaretini hesaba katmadığımızdan müze önünde ağaç olduk. Sonunda pes edip eylemi sonlandırdık.

  Uygulamaya geçemeyen başarısız bir eylemi ihbar etme ya da muhasebesine girişme gayesinde değilim. Zira yakında devam filmi gösterime girecek olan “Blade Runner” (Bıçak Sırtı) atmosferini yakalamış dünyada böyle pembe hayallere, komik eylemlere ne hacet, dersiniz. Bombalar arasında süren olağanüstü bir yaşamda savrulurken bu toprklarda hem de... Ama basit olan güzeldir. Düşünmesi bile güzel...

Her hangi bir eylemimizin adalet getireceğine inanmasak bile ... atacağımız adımların boş olduğunu  bilsek bile... yine de seslenmeliyiz göğe...

HAYIR! 

Artık memleketimizde bu son dönemeç ve bunun  farkında değilsek... 
Yuh bize!



     

5 Ocak 2017 Perşembe

Gammaz yürek


Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne gördük şu fani dünyada
Kötülükten gayri?

Ölünce kirlerimizden temizleniriz,
Ölünce biz de iyi adam oluruz;
Şöhretmiş, kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini unuturuz.

Orhan Veli Kanık, Ölüme Yakın – “Yenisi, 1947




 Cuma -Bugün

Bir iki yıl içinde büyük bir felaketle karşılaşacağımızı biliyorum ama herkes benim şeytan dilli olduğumu söyler.. Dinlemezler beni! Huysuz, dengesiz bir cenabet düşünün... Benim işte o! Bugün Karaköy’de henüz inşaat halinde olan Ginsberg Palas'ta içimdeki irini akıtıp göz yaşlarımı dindirmeye çalışmakla meşgulüm. 
Ah dedim biraz önce, "Hatun, gittikçe yaşlanıyorsun ve kendine acımaktan başka bir şey gelmiyor elinden. O kadar zen safsatası öğrenmene, kişisel gelişim kursu devirmene rağmen bir adım ilerleyememişsin yani."

Yirmi yıl önce berbat bir belaya bulaştım ben. Bedel ödeme günü yaklaştı. Yapayalnız geçen yirmi yılın affı mümkün mü?

***
Hiçbir şeyden şikayet etmeye hakkım olmadığını işiterek büyüdüm. Ailemin suç ve bahane kavramlarını gündelik dillerinde baş köşeye yerleştirmelerinden olsa gerek, neredeyse tanıdığım herkesin nefes almaya benden daha çok hakkı olduğunu düşünüyordum. Hayatımı sürdürmek için hafif bir intikam oyunu icat ettim. Adeta şeytanın yattığı yeri belleyip eşe dosta kök söktüren bir bela kesildim. Yapay bir kavga yaratmak ve bağırıp çağıranları izlemek en büyük keyfimdi mesela. İnsan öfkelendikçe yaşıyordu sanki. Daha çok, insanların çirkinleşen yüz ifadelerini ve sararan benizlerindeki dalgalanmaları takip etmek hoşuma giderdi aslında. O yüzden aralarında aşktan öte bir şey gördüğüm iki insanı, birbirinden ayrı yollara sürüklemek ve onların darmadağın oluşlarını izlemek benim için festival gibi... Olmalıydı... Olmadı. 

Alen ile Suzan ben onları ayırdıktan yirmi yıl sonra Karaköy’ün birtakım pestenkerani otellerinden birinde bir araya geldiler. Kıyamet turizmi satıcılarının ortasında, tüm varoluş saçmalıklarından nemalanmaya çalışan meraklı kuru kalabalığın arasında, yine birbirlerini buldukları her an olduğu gibi, zamanı durdurdular. Kimsenin onlara erişemeyeceği sarp bir yamaçta ikisinin de ruhu kırmızı bir balona dönüşüp göğe yükselmiş gibiydi.  İşte o zaman ayrıldıkları anı anımsadım. 

Alen’in gözlerinde insanların ondan çekinmesini sağlayan aynaları vardı. Ne olduğunuzu aynen yüzünüze vuran bakışlar. Kırılmıştı onlar. Dumanlar arasından efsunevinin iki yalnız perisi süzülmüş Suzan'ın gözlerine yerleşivermişti. Suzan, o yılların biraz olsun durduramadığı o fermanlı deli... O bile derin bir ana hapsolmuştu. Zeus’un gazabından bile korunacak bir güç kalkanı vardı çevrelerinde bu ikisinin. İzlediğim bu sahne beni öylesine şaşırtmıştı ki, bir ihanet yalanı ile onları kandırdığımı bilmeme rağmen nasıl olup da hala birbirilerine sevgiyle bakabildiklerini anlamadım. İçimdeki kıskançlık daha da büyüdü. Bu iki insanın gözlerinde bir pişmanlık belirtisi aradım. Aşklarını kenara atmışlıklarından doğan bir pişmanlık... Bulamadım. Geçen yıllarına dair hiçbir keder hissetmeden, öfke gütmeden ama şefkat de göstermeden baktılar. Belki birbirilerinden ayrı geçirdikleri tüm o zamanı bakışlarına kazıdılar. Bir dudak bükülmesinde bir göz seyirmesinde hasret, bulmayı bekledim. Belki onların birbirleirne olan bakışlarında yeryüzünün anlamını görmeseydim daha az acı çekerdim.

Foto : casablanca ,

27 Aralık 2016 Salı

Mavi Sandık


  Dört beş yaşlarımın ormanındayım. Leblebi tozlarıyla ve evimizin karşısındaki top sahasındaki çamur tepesinden yapılma köftelerle dolu bir dünyam var. Annemin sarı odalara sığmayan hayal gücü sayesinde el emeğinin önemini kavrayıvermişim. Yalnız uygulamaya geçmek için tığ değil, erkek işini seçmişim. Tahta oymaya, elektrik teli döşemeye meraklıyım. Babamı teslim alan gece vardiyalarından fırsat kalırsa, ona tornavida uzatmak için dahi olsa paçasına yapışıyorum. Ek işlere gider de beni yanında götürürse; kahramanımı görebileceğim kadar daracık o zaman. Plansız bir gebelikle gelen ve erkek olamayan varlığım için ince kedi sesimle af diliyor ve babam beni sonsuz sevsin istiyorum. Demir kapılarla apartman otomatlarının sesi eşleştiği her an dilediğim oluyor, hissediyorum. Her şey tam! Bir eksik varsa da; ailece gittiğimiz pikniklerde sığındığım ağaç kovuklarında yuvalanan periler gedikleri tıkayacak, biliyorum.

   Söz dinlemeyen Orfe'nin talihini takip ettim; yılanlar dolandı o koruluklarda ayaklarıma. Babam bir iş kazasında, elektrik trafosu patlamasında ağır yaralandı. Annem refakatçi olarak Cerrahpaşa’ya, hastaneye gitti. Biz ablamla neler olduğunu günlerce bilemedik. Komşularımız Ayşe ablaların bazen de Samet amcaların evinde kaldık. Yer altı aleminin karanlıklarından çıkana dek, ağaç perilerinin yüzüne bakmamam gerekirdi. Sözümü tutamadığım için terk edilmiştim işte. Bu, nefrit rahatsızlığımdan ötürü ana babamdan ayrı düşüşümden sonra; gecenin ikinci kez beni sarmaladığına işaretti. Uyku ve gece... Işığa tahammül edemiyor, sürekli kendimi tuvaletlere kilitliyordum. Bize bakan komşular da ne yapacaklarını bilemez haldeydiler. Zavallılar belki kendi evimin havasını koklarsam ferahlarım diye, beni iki arada bir derede dolaştırıyorlardı.

   Evimizde Deliorman’dan gelen mavi çiçekli bir sandık vardı. İçeri girer girmez bu ata yadigarının önüne gider, kapağını güç bela kaldırıp;
 “Domuuuuuzlar kaçııııın” diye bağırırdım.
Neden bilmem domuzlara seslendikçe rahatlardım. Sonra içim geçene dek ağlardım. Beni sandığın başından alıp nasıl eve taşıyorlardı acaba? Muhtemelen ablacığım sonraki yıllar da her dara düştüğümde yaptığı gibi, başımı omzuna dayayıp bir ninni söylüyordu. İşte o zaman derin esir mağaralarından çıkıp göğe yükseliyordum.

   Babam ve annem hastaneden döndüler. Bir süre babamın yattığı odaya girmemiz yasaklandı. O günleri hep kapı aralıklarından, apartman boşluklarından dinlediğim fısıltılarla anımsıyorum. Parmağının ucuyla şehri ışıklara boğan babamın bazı vücut kısımlarından alınan deri parçaları kollarına ve göğsüne nakil edilmişti. Mumya gibi yattı yatağında. Ben ıhlamur ağacı yapraklarından muska yapıp o sandığa yerleştirdim. Babamın acısı sandığa hapsolsun diye... Mavi sandık beni dinlemedi. Sonraki yıllar ailedeki beş kişinin de vücuduna birer yanık izi taşıdı. Feleğin işine bakın, ben yüzümü kaynar suyla yaktım ve oluşan lekeler domuz yağından yapılan bir solüsyon sayesinde geçti. Domuzlar kaçmadı. Hayatımız zorlaştı. Biz oturduğumuz evimizden ayrıldık. Kuş adlarıyla bezeli Kanarya mahallesine taşındık. Ne öğrendiysem kökleri orada geçen yedi yıllık çocukluğumda gömülüdür.

   Kalabalık aile sofralarında kimileyin dillendirip güleriz, yanık aile. Hiç büyümemiş... Bu bizim hayatla yaptığımız bir anlaşma gibidir. Birinin canı acıyınca diğerinin gidip aynı hissi yaşamak istemesi. Mavi sandık ve yanık deriler anlaşması...

*****

    Sanıyorum öfke duygusu ile tanışmam babamı o halde görünce olmuştu. Bakımı yapılmamış trafolara, hissiz patronlara ve hatta tüm şebekelere öfkelendim. Çabucak büyümeyi seçtim. Öfke ondan sonra hayatımda belirleyici bir enerjiye dönüştü. Yıllarca kameranın önünde ardında, hayat yakıtımı hep bu savunma mekanizmasından aldım. Sonra öfkenin yüreğimde yarattığı o yanardağ çukurunu kapamam zor oldu. Metafor kullanmadan gerçek anlamıyla söyleyeyim, çöl vahalarında ve okyanus kıyılarında yaşayan bilge insanların peşine düştüm. Dünyanın ruhunu sağalttıklarını düşündüğüm büyücü kadınlardan, latifelerle bezeli kendi yaralı deri hikayelerini dinlemem gerekti. Yaşamın anlamını falan değil, sadece öfkemi dindirmeyi öğretsinler bana istedim.



  Bugün o mavi sandık ablamın evindedir. Küçük yeğenim onunla dilek oyunu oynamayı sever. Affetmek erdemdir, hatırlamak hikaye... Babamın elleri ve kollarında derin yanık izleri durur. Dikkatle bakanlar benim de çenemde benzer izleri sürerler.




Fotoğraf: Muhsin Akgün

13 Aralık 2016 Salı

Cüzdan

“Çocukluğumdan beri bir hırsız gibi çalıp çırpmayı sevsem de; an gelir mutlaka aldığımı geri veririm.”                        


   Başlangıç diye bir şey yok. Herkes gibi ben de bir yol bulup yeryüzüne merhaba dedim. Kalabalıkta sürüklenip durdum. Tam şu anda ise aynada yüzüme bakıyor, kim olduğumu anımsayamıyorum. Yüzümde hafif bir makyaj, elimde bir cüzdan var. İçindeki fotoğraflara, kimliklere bakılırsa cüzdan, bana ait değil. Duvardaki tabelada yazdığına göre Büyük Londra otelindeyim. Bu daracık tuvalette kim cüzdanını unuttuysa, çok yazık. Çünkü cüzdanı cebime atıyorum. Sakince tuvaletten çıkıyorum. Lobiye gelince nerede oturduğumu bulmaya çalışıyorum. Buraya yalnız mı gelmiştim, yoksa biriyle randevum mu vardı? Barda oturan boş bakışlı sarışın eliyle yanındaki sandalyeyi işaret ediyor. Demek ki buraya bu bönle buluşmaya geldim. Yanına gidiyorum. Bir içki ısmarlıyor bana ve son politik sızıntıyla düşürülen faizlerden söz ederek beni tavlamaya çalışıyor. Giydikleri üzerine oturmayan, sürekli gözlerini benimkilerden kaçırarak konuşan bu herife katlanamıyorum. Neyse ki, panik içinde bir kadın, barmene yaklaşıp tuvalette kaybettiği cüzdanını soruyor. Biraz keyfim yerine geliyor. Artık bardan ayrılabilir, gönül rahatlığıyla şehvet sularına dalabilirim. Böylelikle yarım saat evvel Odakule’de olduğumu, hep aynı yerde duran çiçekçinin yanına çökmüş zırıldadığımı da  hatırlarım.



   Kalbimin kırıklığını bu cüzdan tamir ediveriyor. Ona kavuşmadan önce olmak istediğim tek yer, şehrin kanalizasyonlarıydı. Sersem rüzgarda, çingenenin etrafa savrulan papatya yaprakları gibi havada taklalar atarak su birikintilerine inmek ve oradan en yakın mazgala ilerleyerek kuytularda kaybolmak istiyordum. Geri dönüp bakınca cadı martavallarının o anda okunduğunu ve kaderimin tam o saniyede düğümlendiğini sanabilirsiniz. Gözünüzde canlandırın, dizlerimin bağı çözülmüş, sümüklerim çeneme duble yol inşa etmiş... Yine de telefonumu sımsıkı tutuyorum. Sanki o, benim hayat güvencem. Elimde telefonum olmadığı ve titreşmediği zaman boşlukta hissederim de.. Ah başlamıştık değil mi? Merhaba, şimdi bu cüzdanla yeni bir kadın gibiyim.