13 Ocak 2017 Cuma

Hiçbir eylem boşuna değildir

    Bilinmeyen bilinenleri açıklamaya meraklı filozof Zizek, günümüzdeki kıyametin versiyonları metninde üç tip kıyamet teorisinden bahsetmişti... Hristiyan kökten dinci, new age ve tekno dijital post-human. İnsanlığın ulus devletlere duyduğu sabır ve güvenin eksildiği zamanlarda ne yapmalı? Peki hapsolduğumuz çıkmazlardan ve gözümüzün önünde durmasına rağmen kavrayamadığımız gerçeklerden ne haber? Eğer bu yaşadığımız günler tarihin işaret ettiği gibi değişim sancıları çekmeyi gerektiriyorsa; biz oyunun kurallarını belirleyelim, derim. 

Kıyamet gelmeden az önce, yapayalnız kalıp tek bir ışık hüzmesi göremesek de, kendimizden başka biri için çalışmak bizi insan yapar.

   Milet şehir düzeninden yadigar birbirine açılan sokaklarıyla ünlü Manhattan’da, az kişinin bildiği tuhaf müze evler vardır. İki yıl önce bir üniversitede senaryo yazarlığı dersleri aldığım için Upper West Side’da yaşıyordum. Tatil günlerimde elime aldığım müzeler kitapçığımla adanın güney doğusuna gider, tarihi karakterlerin evlerini ziyaret ederdim. Bu müzelerin çoğu mesenler ve gönüllü destekçiler tarafından idare edilen yerlerdir. Bir iki tanesinde şöyle garip panolarla karşılaşmıştım;

“Bazıları diğerlerine yük olmak için dünyaya gelmiştir! Eğer siz de böyle düşünüyorsanız alttaki düğmeye basıp ışıkları yakın!”
veya...
 “Sadece beyaz olanı severiz!”

Ah be ne ülke, ırkçılığa kılıf bile aranmıyor, dediğim çoktur. Ama yeni dünyanın kıvanç kaynağı bu adada, karşıt görüşlerin dansı meşhurdu. İnternet yoluyla bir araya gelen çeteciklerin aktivistçilik oyunları mesela... Adsız alkolik derneklerinde kendini eğleyemeyen sıkıntılı insanlar için oksijen tüpü gibiydi buralar. Merakıma engel olamayıp bazılarına katıldım. Bir tanesi sinema mezunlarından oluşmuş bir film kulübüydü ve eylem olarak yukarda sözünü ettiğim pano yazılarını vb. başka bir esere dönüştürmeyi seçiyorlardı. Her hafta bir film ödev olarak verilir ve o filmde aktörlerin otoriteyle mücadelesi örnek alınarak, eylem planları yapılırdı. Tabi müzeler korunaklı yerler olduğundan dikkatli hareket etmek gerekirdi.

  Benim en sevdiğim müzikli polisiye film “Sound of Noise” (Yaşamın Ritmi) olduğundan bu film söz konusu edildiğinde yapılacak eyleme kayıtsız kalamadım. Filmi izleyenleriniz vardır belki. Kısaca özet geçeyim... Sanatkar ailesi tarafından anlaşılamamış sağır bir polis memurunun, şehri terörize eden gerilla perküsyonistlerle yaşadığı kedi fare oyununu konu alır film. Mizah, gerilim, müzik ne ararsanız var içinde. Neyse işte bir hafta bu filmdeki ekip gibi enstrümantal bir eylem yapmak üzere “Merchant’s House” adlı müzedeki heykel görünümlü boruları seçti bahsi geçen grup. Ben de önce bir saha araştırmasına çıktım. Böyle acayip ‘eser’ler gördüğümde yüksek sanat nedir ucuz sanat nedir, diye önce afallıyorum. Sonra da, sanat sokakta güzel, deyip geçiyorum. Müzede borular zincirlerle kaplı ve üstlerinde latinleri rencide edecek bir takım semboller asılı. Hasılı, çocuklar işkillenmekte haklı.

  Eylem günü geldi. Müzik aletleriyle müzenin önüne gidildi. Filmdeki gibi bir mini-vanımız yok tabi. Bildiğiniz elimizde gitarlar, üflemeliler var. Bende bir numara yok, ama arızalı bir hal çıkarsa gözcülük edeceğim. Bekledik durduk. O günkü anaokulu ziyaretini hesaba katmadığımızdan müze önünde ağaç olduk. Sonunda pes edip eylemi sonlandırdık.

  Uygulamaya geçemeyen başarısız bir eylemi ihbar etme ya da muhasebesine girişme gayesinde değilim. Zira yakında devam filmi gösterime girecek olan “Blade Runner” (Bıçak Sırtı) atmosferini yakalamış dünyada böyle pembe hayallere, komik eylemlere ne hacet, dersiniz. Bombalar arasında süren olağanüstü bir yaşamda savrulurken bu toprklarda hem de... Ama basit olan güzeldir. Düşünmesi bile güzel...

Her hangi bir eylemimizin adalet getireceğine inanmasak bile ... atacağımız adımların boş olduğunu  bilsek bile... yine de seslenmeliyiz göğe...

HAYIR! 

Artık memleketimizde bu son dönemeç ve bunun  farkında değilsek... 
Yuh bize!



     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder