Dört beş yaşlarımın ormanındayım. Leblebi tozlarıyla ve
evimizin karşısındaki top sahasındaki çamur tepesinden yapılma köftelerle dolu
bir dünyam var. Annemin sarı odalara sığmayan hayal gücü sayesinde el emeğinin
önemini kavrayıvermişim. Yalnız uygulamaya geçmek için tığ değil, erkek işini
seçmişim. Tahta oymaya, elektrik teli döşemeye meraklıyım. Babamı teslim alan gece
vardiyalarından fırsat kalırsa, ona tornavida uzatmak için dahi olsa paçasına
yapışıyorum. Ek işlere gider de beni yanında götürürse; kahramanımı
görebileceğim kadar daracık o zaman. Plansız bir gebelikle gelen ve erkek
olamayan varlığım için ince kedi sesimle af diliyor ve babam beni sonsuz sevsin
istiyorum. Demir kapılarla apartman otomatlarının sesi eşleştiği her an
dilediğim oluyor, hissediyorum. Her şey tam! Bir eksik varsa da; ailece gittiğimiz
pikniklerde sığındığım ağaç kovuklarında yuvalanan periler gedikleri tıkayacak,
biliyorum.
Söz dinlemeyen Orfe'nin talihini takip ettim; yılanlar dolandı o
koruluklarda ayaklarıma. Babam bir iş kazasında, elektrik trafosu patlamasında ağır
yaralandı. Annem refakatçi olarak Cerrahpaşa’ya, hastaneye gitti. Biz ablamla
neler olduğunu günlerce bilemedik. Komşularımız Ayşe ablaların bazen de Samet
amcaların evinde kaldık. Yer altı aleminin karanlıklarından çıkana dek, ağaç
perilerinin yüzüne bakmamam gerekirdi. Sözümü tutamadığım için terk edilmiştim
işte. Bu, nefrit rahatsızlığımdan ötürü ana babamdan ayrı düşüşümden sonra;
gecenin ikinci kez beni sarmaladığına işaretti. Uyku ve gece... Işığa tahammül
edemiyor, sürekli kendimi tuvaletlere kilitliyordum. Bize bakan komşular da ne
yapacaklarını bilemez haldeydiler. Zavallılar belki kendi evimin havasını
koklarsam ferahlarım diye, beni iki arada bir derede dolaştırıyorlardı.
Evimizde Deliorman’dan
gelen mavi çiçekli bir sandık vardı. İçeri girer girmez bu ata yadigarının
önüne gider, kapağını güç bela kaldırıp;
“Domuuuuuzlar kaçııııın”
diye bağırırdım.
Neden bilmem domuzlara seslendikçe rahatlardım. Sonra
içim geçene dek ağlardım. Beni sandığın başından alıp nasıl eve taşıyorlardı
acaba? Muhtemelen ablacığım sonraki yıllar da her dara düştüğümde yaptığı gibi,
başımı omzuna dayayıp bir ninni söylüyordu. İşte o zaman derin esir mağaralarından
çıkıp göğe yükseliyordum.
Babam ve annem
hastaneden döndüler. Bir süre babamın yattığı odaya girmemiz yasaklandı. O
günleri hep kapı aralıklarından, apartman boşluklarından dinlediğim
fısıltılarla anımsıyorum. Parmağının ucuyla şehri ışıklara boğan babamın bazı
vücut kısımlarından alınan deri parçaları kollarına ve göğsüne nakil edilmişti.
Mumya gibi yattı yatağında. Ben ıhlamur ağacı yapraklarından muska yapıp o
sandığa yerleştirdim. Babamın acısı sandığa hapsolsun diye... Mavi sandık beni
dinlemedi. Sonraki yıllar ailedeki beş kişinin de vücuduna birer yanık izi
taşıdı. Feleğin işine bakın, ben yüzümü kaynar suyla yaktım ve oluşan lekeler
domuz yağından yapılan bir solüsyon sayesinde geçti. Domuzlar kaçmadı.
Hayatımız zorlaştı. Biz oturduğumuz evimizden ayrıldık. Kuş adlarıyla bezeli
Kanarya mahallesine taşındık. Ne öğrendiysem kökleri orada geçen yedi yıllık
çocukluğumda gömülüdür.
Kalabalık aile sofralarında
kimileyin dillendirip güleriz, yanık aile. Hiç büyümemiş... Bu bizim hayatla
yaptığımız bir anlaşma gibidir. Birinin canı acıyınca diğerinin gidip aynı hissi
yaşamak istemesi. Mavi sandık ve yanık deriler anlaşması...
*****
Bugün o mavi
sandık ablamın evindedir. Küçük yeğenim onunla dilek oyunu oynamayı sever.
Affetmek erdemdir, hatırlamak hikaye... Babamın elleri ve kollarında derin
yanık izleri durur. Dikkatle bakanlar benim de çenemde benzer izleri sürerler.
Part of yore life?
YanıtlaSil