13 Aralık 2016 Salı

Cüzdan

“Çocukluğumdan beri bir hırsız gibi çalıp çırpmayı sevsem de; an gelir mutlaka aldığımı geri veririm.”                        


   Başlangıç diye bir şey yok. Herkes gibi ben de bir yol bulup yeryüzüne merhaba dedim. Kalabalıkta sürüklenip durdum. Tam şu anda ise aynada yüzüme bakıyor, kim olduğumu anımsayamıyorum. Yüzümde hafif bir makyaj, elimde bir cüzdan var. İçindeki fotoğraflara, kimliklere bakılırsa cüzdan, bana ait değil. Duvardaki tabelada yazdığına göre Büyük Londra otelindeyim. Bu daracık tuvalette kim cüzdanını unuttuysa, çok yazık. Çünkü cüzdanı cebime atıyorum. Sakince tuvaletten çıkıyorum. Lobiye gelince nerede oturduğumu bulmaya çalışıyorum. Buraya yalnız mı gelmiştim, yoksa biriyle randevum mu vardı? Barda oturan boş bakışlı sarışın eliyle yanındaki sandalyeyi işaret ediyor. Demek ki buraya bu bönle buluşmaya geldim. Yanına gidiyorum. Bir içki ısmarlıyor bana ve son politik sızıntıyla düşürülen faizlerden söz ederek beni tavlamaya çalışıyor. Giydikleri üzerine oturmayan, sürekli gözlerini benimkilerden kaçırarak konuşan bu herife katlanamıyorum. Neyse ki, panik içinde bir kadın, barmene yaklaşıp tuvalette kaybettiği cüzdanını soruyor. Biraz keyfim yerine geliyor. Artık bardan ayrılabilir, gönül rahatlığıyla şehvet sularına dalabilirim. Böylelikle yarım saat evvel Odakule’de olduğumu, hep aynı yerde duran çiçekçinin yanına çökmüş zırıldadığımı da  hatırlarım.



   Kalbimin kırıklığını bu cüzdan tamir ediveriyor. Ona kavuşmadan önce olmak istediğim tek yer, şehrin kanalizasyonlarıydı. Sersem rüzgarda, çingenenin etrafa savrulan papatya yaprakları gibi havada taklalar atarak su birikintilerine inmek ve oradan en yakın mazgala ilerleyerek kuytularda kaybolmak istiyordum. Geri dönüp bakınca cadı martavallarının o anda okunduğunu ve kaderimin tam o saniyede düğümlendiğini sanabilirsiniz. Gözünüzde canlandırın, dizlerimin bağı çözülmüş, sümüklerim çeneme duble yol inşa etmiş... Yine de telefonumu sımsıkı tutuyorum. Sanki o, benim hayat güvencem. Elimde telefonum olmadığı ve titreşmediği zaman boşlukta hissederim de.. Ah başlamıştık değil mi? Merhaba, şimdi bu cüzdanla yeni bir kadın gibiyim. 

3 Aralık 2016 Cumartesi

Pierrot Le Fou - Trailer



18'imde izlediğimde tüm ukalalığımla; "ne var ki bu abuk gangster hikayesinde?" diyordum. Sonra n'olduysa oldu, hayat (!) oldu. Her yıl seremoniyle izlediğim başucu filmime dönüştü.

İyi ki doğdun "Çılgın Pierrot"!

Gerçek hayat sokakta olsa ve sinema taklitten başka bir şey olmasa da; sen tatil gibisin. Hiç bitmesin istediğin ama mutlaka sonu gelen bir tatil, 'aşk' gibi bir film'sin...

13 Kasım 2016 Pazar

Mars'a bir bilet


Bu aralar geleceğimle ilgili nahoş hisler taşıyorsunuz, biliyorum ancak; Ulaştırma Bakanlığı’ndaki iletişim asistanlığı işimden ayrıldığımdan beri ilk kez yüzüm gülüyor. Neler atlattım baksanıza, memlekette cadı avı başlayınca terör örgütü mensubu yaftasından kurtulamadım. Kriptolu telefonlardan ve sinyal şifrelemekten bihaber olan bendenizin beter durumlara düşmesini görmeseydiniz keşke. Zamanında gözünü açık bağlantılarını sıkı tut, diye seni uyarmıştım diyeceksiniz. Lakin zamanlama konusunda pek bir beceriksizimdir, bilirsiniz. Son günlerde kapı altlarından sızıveren karanlık suların içindeki zehirli atıklarla bir tutulmak ağrıma gitmedi değil. Çıtımı çıkarmadım yine de. Sessizliği sevmek bende belirgin bir tutumdur. Hem konuşsam ne olacaktı ki? Hani şu haber bültenlerine bile konu oluveren kayıplara karışma tezgahında da susuvermiştim. İnsanlara alay konusu olmaktan yana şikayetçi değilim. Sadece aile adımıza leke sürmüş olmak beni üzüyor, babacığım. Sizin gibi dünyaya metelik vermeyen, her ahval ve şerait içinde edecek bir çift manalı lakırdı buluveren, kadim müktesebata ilgisini yitirmemiş biri olmayı ne çok isterdim. İster astronom ister artiz ol, buralarda hiçsin, iyisi mi yağlı bir kısmet bul diyen enişte beyin haklı çıkması şimdi canımı daha fena yakıyor.



  Ana sanayiiye erişemeyen bir yedek parçacık olmak halimi değiştirebilecek bir gelişmeden, bir umut ışığından haberdar etmek için size bu satırları yazıyorum. Rasathane’de çalışan arkadaşım Efraz’ı anımsarsınız. Cıvıltıya benzeyen o kendine has konuşmasını nicedir özlemiştim. Başka devletten bir grup bilim adamına mihmandarlık ediyormuş bizimki, “Akşam yemeğine gideceğiz, gelsene” diye çağırdı beni. Atladım, sıkıntı dalgalarının kalbimdeki kıyıya vurduğu bir akşam üzeri vardım Kandilli’ye. Eski yıkıntıların bulunduğu arka bahçesini çok severdim gözlemevinin, gittim orada bir taş üstüne oturdum. Biraz sonra yolunu kaybetmiş bir ecnebi geldi yanıma,
“Bu yıldızın burada ne aradığını bilir misin?” diye göğü işaret etti.
Hava henüz tam anlamıyla kararmasa da gökte tek başına cayır cayır parlayan bir cisim vardı. Ondan söz ediyor olmalı, diye düşündüm. Bize henüz ulaşmamış olan uzak yıldızların ışıklarından güçlü bir demetti bu. Alman hekim Olbers’in paradoksunu haksız çıkaracak denli yakın duruyordu yeryüzüne. Tüm yıldızlardan daha parlak ve her türlü büyük patlama kalıntısından daha kuvvetli... Ben gotik şairleri bile düşünmeye sevk eden malum paradoksun kör kuyularına dalmışken yıldız hakkında bir açıklama ihtiyacı hissetti adamcağız.
“Bu, bir süredir özel bir ışıklandırma ile restore ettiğimiz gezegen aslında.” deyiverdi.
 
  Kıymetli pederim, meğerse adamın şahsi arabasıymışçasına sahiplendiği bu cisimcik Merih imiş. Burada ademoğlu yaşasın diye özel bir üs kurulduğu bilginiz dahilindedir sanıyorum. Gelecek yıl ilk sakinlerine kavuşacak olan gezegen için bir çeşit çekiliş düzenlendiğini de biliyor muydunuz peki? İşte umulmaz hassasiyeti yüzünden hiçbir işte muvaffak olamamakla itham ettiğiniz bu kerimenizin, uzak gezegenlerde yeni bir hayata adım atmak için kuraya katılma hakkını kazandığını size bildirmekten kıvanç duyuyorum. Efraz’a bakılırsa bizim buralardan az sayıda kişi seçildiği için şansım yüksekmiş. O kadar da talihsiz değilmişim demek.

  Eğer piyangoyu kazanacak olursam, gri uydu tünelleriyle bezeli Mars sokaklarında, müphem mısraların dolaştığı çentikler çakmak benim için ilk vazife olacaktır. Nihayet hısım, akrabayı sevindirecek bir ilmühaber sahibi olacağımı sanıyorum. O vakit, kız kısmı erkeklerle top oynamaz diyen komşuların dillerinde haybeye harcanan çocukluğum, sabahlara dek sanat atelyesinde dikilemezsin diye diye heder edilen ergenliğimin de rövanşını göreceğim.

  Düşünsenize babacığım, yeni yerleşim sağlanacak bir gezegende, ‘nasıl nefes alınır’ı öğretecek bir vatanımız evladına ne çok ihtiyaç vardır. “Sen kimsin?” diye horozlanacak, yolda yürüyenlerin üzerine araba sürecek, biri arkasını döner dönmez sövüp sayacak, spor müsabakaları ve düğünlerde havaya ateş açacak, metro sıralarında omuz ve çimdik atarak kaynak yapacak ve hatta yanında duranın şekil şemaline sinirlenip uçan tekme savuracak birilerinin boşluğu oralarda hissedilmemeli. Oyun içinde oyun kurmaya meraklı, gizli örgütlere antremanlı bir türün iltifatı orayı da ihya edecektir. Gözlemevinin bahçesinde tanıştığım piyango komite üyesi mülakat için çağırdığında bu noksanı dile getirmeli miyim sizce?  Ah babacığım var ya, Mars’ın dağını bayırını mangalla donatacağım; yeter ki şu bilet bana çıksın.


9 Kasım 2016 Çarşamba

Görünüyorum o halde yokum



   Bilişim Bakanlığı’ndaki pek muhterem yetkililer, sizi çok önemli bir memleket meselesi hakkında bilgilendirmek amacıyla bu ihbar mektubunu yazıyorum. Bereketli topraklarımız üzerindeki kemirgenler uzun süredir fotoğraf paylaşım sitelerinde rencide edilmektedir. Tiyatro oyunlarında performans düşüklüğü yaşayan aktörleri işsiz bırakmak ve dizilerde içki bardaklarını gölgelemek gibi pek ulvi vazifeleriniz var, biliyorum. Fazla mesainiz arasında, ben ve benim gibilerin dramı için de bir çözüm üretin rica ederim.

  Saygıdeğer yetkili, müsaadenizle nasıl tacize uğradığımın hikayesini anlatayım. Efendim, uzun süredir rahatım yerindeydi. Bozulacağına da ihtimal vermiyordum. Balat’ta eski bir Rum evinde yaşıyor, istediğim deliğe girip karnımı iyice dolduruyordum. Biraz sıkıcı bir hayat gibi görünebilir size, ama tenhada kendi sesim bana ninni geldiği için eşik bekçisi olmaktan şikayetçi değildim.

  Bir gün fazla kemirmekten dişlerim kamaşmış, evden bir takım seslerin yükselmekte olduğunu geç işittim.  Anlaşılan, yeni kiracılar taşınmak üzereydi ve sessizlik yerini  
hareketli günlere bırakacaktı. Şeytan yumurtalarından fırlamış gibi duran deccal ikizleri ile Cezzar ailesi içeri girdiğinde, huzurlu günlerimin sonunun geldiğini anlamıştım. Neyse ki onlardan daha uzun süredir bu tahtaların arasında yaşıyordum. Türlü gizli deliğe hakimdim. İkizlerden biri, eve girdiği ilk gün varlığımın farkına vardı. Müstehzi gülümsedi. Köşede kıstırıp zehirlemek ya da sirkelerle cambazlık yaptırmak için plan kurduğundan bihaber olan ben, bu dostça yaklaşım karşısında kuytudan çıkma cesaretini buldum kendimde. Çok yalnızdı zavallı velet. Bir yere ait olmamaktan yorulmuştu. Konuşmalarından anladığım, ev halkı sürekli yer değiştiriyordu. Onları takip eden birilerinden söz ediyorlardı. Her gittikleri yerde farklı bir kimlik edinmeleri gerekiyormuş. İtiraf edeyim, kaçak bir aile ile yaşamak fikri hoşuma gitti. Ne kadar sıkılmışım siz düşünün. Çocuklar artık bir yerde kök salmak, uzun süreli arkadaşlıklar kurmak, kim oldukları ile yüzleşmek istiyorlardı. Kendileri için faydalı arzular tabi bunlar. Eyleme çevirmekte gecikmedikleri takdirde...  

  Neyse konuyu dağıtmadan anlatayım... Kibrit çöplerinden minyatür evcikler inşa etmeye başladı, ikizler. Özellikle varlığımın farkında olan kardeş, büyük hevesle bu evciklerden ufak bir köy kurmaya çalışıyordu. Başlangıçta sadece bir oyuncak gibi görünen köy giderek büyüdü. Benim için cazip bir hedefe dönüştü. Gel zaman git zaman orayı kemirip bitirmenin ne kadar harika olacağının ihtirasıyla kavruldum gece gündüz. Nihayet bir gece tüm ahali uyuyunca kibrit köye indim. Henüz mutfak ve banyo bölümü bitmemiş, sadece salon ve yatak odaları belli olan tahta evlerden birinin içinde dolaşmaya başladım. Sonra ortalıktaki taze ağaç kokusu beni öyle mest etti ki; geçirdim dişlerimi katır kutur yemeye başladım evin kirişlerini. O sarhoşluk anında çok gürültü etmiş olacağım, Cezzar ikizleri tepemde beliriverdi. Korkuyla,
“Son duanı et, kemirgen Kazım” dedim kendime.

Gözlerimi kapasam da tepemde beliren karmaşadan bitiş çizgisine geldiğimi anlamıştım. Upuzun bir çekiç beynimdeki irini patlatmaya davrandı. Üstüme yavaştan bir karaltı çöktü. Derken aniden etraf aydınlandı. Karanlığın ucundaki tüneli görüyor, talaş parçacıklarıyla dolu cennetime yaklaştığımı hayal ediyordum. Acaba nasıl yanıldım? Nasıl oldu da, tepemde dikilen ikizlerin patlattığı flaşları sırata gidiş ışığı sandım. Çak çak telefonla fotoğraf çektikleri yetmedi kafirlerin, içlerinden biri demir kürdanla bana poz verdirmeye girişti. Bu işkenceci siyam çakmaları, kibrit evciklerin arasında itip kaktılar, türlü fotoğrafta garip turistliğimi teşhir ettiler insanlara. Hiç vicdan yok! Utanma yok! “Hashtagdoğafotosu” etiketiyle orada burada kıçımın sergilenmesinden hoşnut değilim.

  Bu kadar dert tasa içinde olsanız da biliyorum ki; benim gibi biçarenin bu ricasını dikkate alacak kadar yüce gönüllüsünüz. Siz değil misiniz ki, dünyaca ünlü sosyal paylaşım sitelerinin uzmanlarını başkente çağırtıp onlara büyük komutanımız hakkında sansür uyguladıkları için ayar çeken? Siz değil misiniz, çizgi film kanallarını kafa ütüledikleri için kapatan? Lütfen bir el atın, bu olağanüstü halde biz tahta kurularını da sahipsiz sanmasınlar. Sağlığınıza duacıyım efendim. Yüce rabbim, vatandaşlarımızı asimile etme amacındaki dış mihrakların gazabından koruyan sizleri, başımızdan eksik etmesin. Amin.

1 Ağustos 2016 Pazartesi

Reprise (2006) -- Sten Egil Dahl and Bygdøy





harçlıklarını biriktirerek kitap ve albümlere yatırmak, küçüklüğünden beri oya gibi işlemek hikaye anlatma tutkusunu... yönetmen joachim trier dış ses kullanımı ve kinetik kurgusu sayesinde filmi, bizim izlediğimiz esnada çekiyormuş gibi. 

hayalkırıklıkları, illüzyonlar ve bağların kopuşu...

yalnızlık da yazarın acılarına değil, sermayesine dahildir.

İki tür yazar vardır demiş Kari Kraus; "yazar olanlar ve yazar olmayanlar, birincilerde içerikle biçim, ruh ve beden gibi bir aradadır; ikincilerde içerikle biçim, beden ve giysi gibi uyar birbirine."

31 Temmuz 2016 Pazar

BETTE DAVIS & GENA ROWLANDS "STRANGERS" 1979 1/10







travmaları ile sahnede yüzleşecek kadar cesur ve ömürlerinin sonuna dek mesleklerine devam edecek kadar dayanıkli iki aktristten bir anne ile kızının hikayesi...

Rowlands spoke with great warmth about her memories of BD.

“I loved Bette Davis. She was very funny; she had a cruel sense of humor.
“When I grew up, all the women [in the movies] were very obedient, pleasant, and had nice manners. Except it wasn’t so with Bette. Her very independence meant that she would lack a fear of offending. I remember on that movie we did together, I played her daughter. She would get really riled. She was really on the case of the cinematographer, who was one of the nicest people. She came out of the dailies and asked me, ‘Did you see my lips?’ She said, ‘I have on pink lipstick.’ I said, ‘It doesn’t seem so pink to me.’ (She wore it every day.)
“I said I wasn’t paying much attention. She said, ‘Well you better pay attention. Because YOU’RE NO SPRING CHICKEN EITHER.'”


19 Temmuz 2016 Salı


''HER TÜRLÜ ANTİDEMOKRATİK HAREKETİN KARŞISINDAYIZ''
'Darbelerin ne gerekçeyle olursa olsun özgürlüklerin kısıtlanması veya yok edilmesi demek olduğunu biliyoruz. Darbenin ve her türlü antidemokratik hareket ve şiddetin karşısındayız. Demokrasinin, insan haklarının, özgür basının, özgür sanatın ne kadar değerli olduğunun farkındayız. Bu değerlerimizin toplumun tüm kesimlerinin de farkında olmasını diliyoruz. Sinema Meslek Birlikleri olarak darbe girişimi sırasında hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ve güvenlik güçlerimizin ailelerine başsağlığı, yaralılara acil şifalar diliyoruz.
BİROY (Sinema Oyuncuları Meslek Birliği)
BSB (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
FİYAB (Film Yapımcıları Meslek Birliği)
SE-YAP (Sinema Yapımcıları Meslek Birliği)
SENARİSTBİR (Senaryo ve Diyalog Yazarı Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
SESAM (Sinema ve Televizyon Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
SİNEBİR (Sinema Eseri Sahipleri Meslek Birliği)
TESİYAP (Televizyon ve Sinema Filmi Yapımcıları Meslek Birliği)'

----
Oyuncular Sendikası her zaman, her koşulda Anayasamızda belirlenen laik, sosyal ve DEMOKRATİK hukuk devletine bağlıdır ve bağlı kalacaktır. Anayasamızda korunan demokratik yapıyı yıkmaya yönelik her türlü darbe girişiminin karşısında dün olduğu gibi bugün de dimdik duracağız. 
Hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı, yaralılara acil şifalar dileriz.

5 Ekim 2015 Pazartesi

Bugünün aynası olacak film



80 darbesinden sonra Türkiye toplumunda yaşanan büyük parçalanmayı, kamplaşmaları, insan emeğinin değersizleştirilmesini, sokaktaki insan üzerinden anlatan bir çok film çekildi sinemada. İlk aklıma gelenler Namuslu (E. Eğilmez, 1984) , Züğürt Ağa (N. Çölgeçen, 1985) ve Muhsin Bey (Y. Turgul, 1987). Hepsinde hikayenin ana karakterinin aynı oyuncu (Şener Şen) tarafından canlandırılması tesadüf mü bilemiyorum. Sinema tarihçisi Giovanni Scognamillo'nun, "Türk Sinemasında Şener Şen" kitabında Şen'i Türk gösteri sanatları geleneğinin bir temsilcisi olarak tanımlayarak kendisinin de üslubunu ve yorum şeklini bu gelenekten yararlanarak oluşturduğunu kabul ettiğini belirten saptamasını hatırlıyorum. Buna göre Şen'in izleyici tarafından kucaklanmasının altında yatanın, yeni bir döneme girişi, arada kalmış karakterleri sadelik ve gerçeklikle anlatması olduğuna işaret ediliyordu.

Gelelim bu güne...
Sadece toplum bilimcilerin ve araştırmacı yazarların değil; Türk psikiyatri derneği ve sağlık bakanlığının istatistikleri de gösteriyor ki;
sokaktaki birçok insanın kabul ettiği üzere son beş yılda yeni bir fay kırığı ortaya çıktı Türkiye'de. Psikolojik hastalıklar ve antidepresan kullanımının son 5 yılda  %110 artmasının altında yatan nedenler araştırıldığında ortaya çıkan sonuçlar çoğunlukla toplumdaki kutuplaşmaya odaklanıyor.
Benim gözlediğime göre edebiyat ve video yerleştirmeler gibi çağdaş yerleştirme sanatları bu kırığı en iyi anlayan disiplinler şimdilik.
Resim ve hatta heykelden açık ara öndeler.


Sinema ise tüm kuvvetini televizyon dizilerine akıtmış gibi görünüyor. Bunda Türk tv dizilerinin Latin Amerika da dahil olmak üzere yaklaşık 70 ülkede merakla takip edilmesinin ve bu alanda bir arz-talep dengesinin oturtulmaya çalışılmasının etkisi var. Ancak yine  de böyle bir fay kırığının/yarılmanın beyazcamda sürekli bağıran ve ani öfke patlamaları ile sebepsiz şiddete yönelen karakterlerin üzerinden resmedilmesini endişe verici buluyorum.  Zira televizyon bu yarılmanın nedenlerini ve sonuçlarını araştırmaktan çok durumu entrikalara ve zengin-fakir uçurumu gibi klişelere bağlamaya eğilimlidir. Çünkü televizyonun amacı seyirciyi bilinçlendirmek değil uyutmak, rahatlatmaktır.  İzleyicinin tüketim çarkının ve sanal gerçekliğin içinde kalmasını sağlamaktır.

Özellikle bu yıl artan festival iptalleri, sansür sorunu ve desteklerin sınırılandırılması sinemanın belini bükmüş gibi görünüyor. Ancak yine de önümüzdeki iki yıl içinde Ortadoğu coğrafyası ve ülkemizde görülecek gelişmelerin özellikle büyük şehirlerdeki uçurumu belirginleştireceği aşikar. Kimbilir belki de çözüm, meslek birliklerinin ve üretken sinema emekçilerinin bir araya gelerek  ortak çalışmalara imza atmasındadır. Paris'teki banliyö olaylarının ertesinde La Haine (Protesto) gibi bir fenomen filme imza atmış Fransız sineması burada bir örnek olabilir. Özellikle filmin yönetmeni Kassovitz'in "batı avrupa'da  artan mülteci ve ırkçılık sorunundan sonra" filmin devamını çekmeye başladığını açıklamasından sonra.

Biz de kendi müziklerini, dillerini ve sermayelerini oluşturmaya başlasa da, sürekli görmezden gelinen İstanbul'un kıyısındaki bağcılar ve esenyurt gibi semtlerdeki yaşanan fay kırıklarını sinemada görmeye başlamalıyız. Bugün bize ön yargısız, aşağılamayan, içerden  bakabilen, -mış gibi yapmayan ve dürüst bir dille yapılmış ;
bireysel kaygıların içinde boğulmadan nefes alabilen bir sinema gerekiyor.

*fotograflar : La Haine, 1995, M. Kassovitz

2 Ekim 2015 Cuma

zavalli

Amerikan demokrasisinin kirli devlet oyunlarından daha önemli olduğunu iddia ettiği, Hollywood filmlerinde klasik bir sahne vardır. Aktörler üzerinden seyirciye Sorarlar ;
"JohnF.Kennedy'in vurulduğu gün, Martin Luther King'in öldürüldüğü gün nerede olduğunuzu hatırlıyor musunuz?"

bizim ülke tarihimizde böyle anlar çok fazla ne yazık ki? Uğur Mumcu'nun Hrant Dink'in öldürüldüğü gün; nerede ne yaptığımı kesin ve net anımsıyorum, mesela. Nasıl olduğum yere çöküp kaldığımı... Ahmet Taner Kışlalı'nın onu tanıma şansına bile erişemeyen güzel kızının "Babamın katillerini biliyorum." dediği günü anımsıyorum.
İçim kararıyor.

Bugün gazeteci-yazar Nedim Şener, "gazeteci Ahmet Hakan'a düzenlenen saldırı aynı Hrant Dink suikasti gibi ilerliyor", değerlendirmesini yapıyor.
Tüylerim ürperiyor.

Birbirlerinin tetikçiliğine soyunmuş gazetecileri, meslek ahlakını savunamayacak, namuslarını iki para edecek kadar patronlarının eteklerine tutunmuş görünce ...
Midem bulanıyor.

Bu aralar aklımda tek bir kitap dolanıyor. Bizim de bir haberinde kaleme aldığı hikayeyi filmleştirdiğimiz (Aziz Ayşe) gazeteci Timur Soykan'ın, 2012 yılında yayınlanan "Zavallı" adlı romanı. Politik Polisiye türünde bu kitabı Kuzey Afrika'yı sırt çantamla dolaşırken okumuştum. Hemen her gece uyumadan önce Atatürk'e ve devrim şehitlerine dua ederek yatağa yatıyordum o yolculuk sırasında. Kadınların toplum içinde olmayan yerlerine, bırakın varolma, sokağa çıkma özgürlüklerinin bile sınırlı olduğu o toplumlara, yaşadıkları ikiyüzlülüğe baktıkça kendi memleketimdeki kadın korkusunu anımsıyordum. Döndüm Afrika'dan, Amerika'ya gittim. Ülkemden uzaktım ama o romanda, "Zavallı"da, anlatılan tüm olayların kısa süre içinde gerçek olduğunu gördükçe içim kanadı. Sokağı ve hayatı net olarak okuyabilen bir gazetecinin kanlı canlı karakterlerle anlattığı şeyleri Türkiye son üç yıl içinde 'bangır bangır' yaşadı, yaşıyor. Daha da fenalarını yaşayacağız korkarım, filler tepişirken olan yine çimene olacak.

Levent Üzümcü gibi düşüncelerini özgürce dile getirdiği için işinden kovulan, sosyal medyada her gün hedef gösterilen  meslektaşlarımıza olanlar mesela, yarın hepimizin başına gelebilir.

Ama mutsuz olsak da umutsuz olmaya hiç hakkımız yok. Poyrazkoy'deki sahte deliler belirlendikten Turkan Saylan beraat ettikten sonra hele bugün, umutsuzluğa yer yok!