Herhalde ilk gençliğimizde, Doğulu bir memlekette aldığımız batılı
eğitime körü körüne inanıp sonra da o sayede kazandığımız özeleştiri
mekanizmasını pek menem bir şey sandık.. Ölçülere uymayışımızın hıncını
da kendimizi bölük pörçük ederek çıkardık. Bir şeyler sürekli yerine
oturmuyordu, biz de nedeni hep Şarklılığımızda buluyor, buraları
küçümsüyor, diğer yandan da bize Şark'ta neler olup bittiğini anlatmayan
eğitim sistemine veryansın ediyorduk.
Sonra biraz
büyüdük, memleketi gezdik filan, alenen Doğu'ya ait olduğumuzu fark
ettik. Hatta daha da yaş alıp dünyayı gezmeye başlayınca İran'dan beter
Pakistan'a yakın bir görgü, kültür, sanat ve bilinç düzeyi ile başa
çıkmamızın mümkün olmadığını kabulleniverdik. Ben ve birkaç arkadaşımı
kastediyorum burada. Memlekette bu kadar acı ve saçmalık yaşanırken müzik dinlemeyi, eğlenip gülmeyi dert eden ve bunun için de kendini hiç suçlu filan hissetmeyen azınlığı...
Geçen yirmi yılda, eğlenme kültürümüzde görülen
değişiklik, gündelik hayatımıza yansımayınca biraz sersemleşmedim değil.
Bir kere memlekette her şekilde ayakta kalmanın ana şartı, gülmek geçmek
ve boşvermek. Bu tamam.
Yirmi yıl önce Metallica,
Michael Jackson gibi ilk büyük müzik konserlerinde kendini
kaybedercesine hipodromları dağıtan o gençlikten şimdi her hafta sonu
neredeyse beşer onar düzenlenen müzik festivallerinde tepinmeye kadar
geldik. Sevdiğimiz gurupları dinleyebiliyoruz , yeni şeyler keşfediyoruz ama bir türlü asıl derdimiz müzikmiş gibi davranamıyoruz. Hep kafamızda başka bir şeyler var. Sürekli ne kadar şöhretli ve şahane çevrelere sahip olduğumuzu, modern göründüğümüzü beyan etmekle uğraşıyoruz. İnternet de buna tuz biber ekiyor, herkesin herşeyden haberi var, herkes müthiş politize, kimse sadece kendini akışa bırakmıyor.
BU haliyle belki bir Afganistan'dan ne bileyim Tunus'tan, Yemen'den falan fena durumdayız. An'ı hissetmemizi engelleyen milyon tane şeyi çevremize yerleştiriyoruz. Bir melodinin ritmine kapılıp dansa, dostlarımızla kahkahaya boğulmaya, müzik festivalinin rahatlamasına kendimizi bırakamayışımızın, aslında çocukluğumuzdan beri büyük bir mahalle baskısının altında ezilmekten mi kaynaklandığını merak ediyorum. Bu gençlik, tarihinde bir gün olsun, bir şey umursamadan eğlenmeyi düşünebilecek mi acaba?
Barış Uygur Uykusuz'da yazmış;"Elalemin anarşisti bina işgal eder, komün kurar, oy vermez; bizim anarşistlerimiz oy vermek bir yana dursun, ıslak imzalı sandık tutanağı peşinde koşar... Sandık başlarında gencecik arkadaşları gördükçe batılı akranlarının muhtemelen hiç yaşamayacakları bir tecrübeyi, şu son bir buçuk yılda üç kez yaşadıklarını düşündüm. Gençelere gençliklerini borçluyduk üstüne birkaç pazar günü daha borçlandık."
...
mesele kökünde aynı, bizden başka biri olmamız istendikçe kim olduğumuzu bir türlü bulamamaya dolayısıyla da hakkımızı aradığımız meydanlarda sabır yerine öfkeyle sarsılmaya ve müzik dinlemeye gittiğimiz festivallerde bile yalandan eğlenmeye devam edeceğiz.
diğer yandan...
hakkını ararken de eğlenmek mümkünün filmi;
http://www.cbsfilms.com/pride/
14 Haziran 2015 Pazar
11 Haziran 2015 Perşembe
Yemek Ara'larına Son!
Hayatım öğle
yemeği aralarına sıkışmış gibi. Ne yaparsam yapayım ana rollerde hep lisedeki
kuru kalabalık yer alıyor. Sanki menüde sümüklü bamyaların servis edildiği
berbat bir Salı günü lise yemekhanesinden içeri giriyorum ve kuyrukta birbirlerine
sağlıklı yaşam tarifleri veren süper dominant Bircanla Şencan’ı görüyorum. Evlenmeden
önceki yaşam sürelerini daha iyi bir av bulmak için bir tür test sürüşü gibi
değerlendirip, nikah defterine imza attıktan sonra tüm şuurunu yitiren arkadaşlarım,
bunlar işte. Bugün ne kadar steril, ‘ahlaklı’ ve ucuz AVM geyiği varsa onlardan
öğrenebilirsiniz. Muhtemelen son cümleleri de, hayatın tüm sırlarına vakıf olan
‘anneler
kulübüne’ bir türlü katılamayan benim gibi fanilere ne kadar acıdıkları, ile ilgili olacak.
Yürümeye devam
ediyorum...
Cancanlar’ın hemen ilerisinde, her
sınava köpekler gibi çalışıp bunu inkar eden ve sağ omzuna saldığı örgü peliği ile
çok havalı görünüp sınıftaki inekliğini perdeleyebileceğini sanan saf Nermin
duruyor. Yanına gidip onu sarsmak istiyorum,
“Aloo, buradaki en rüküş kadın sensin çünkü o kadar ressam adını, sadece şu
sinir bozucu yerde entel görünüp bir sıfata sahip olmak için öğrendiğin gün
gibi ortada! İnan bana, yapışkanı yalama olmuş bir yara bandı gibi duran sarkık
etekliğini çıkarıp yalancılığını bir kenara bıraksan daha ‘kendin gibi olursun’ ve böylece yıllardır
peşinde olduğun okulun ‘çakma’ şair çocuğu Özkan’ın da dikkatini çekebilirsin ha!”
Yok,
diyemiyorum... Eminim Nermin ömrü boyunca girdiği tüm sınavlardan yüz alacak
ama o çok istediği Boğaziçi İşletme mezunu
titri ve bir türlü oturtamadığı saç modeli ile ressam adlarını karıştırmaya
devam edecek. Onun başka versiyonu bir hatun da gelip bizim ofiste en manzaralı
odaya kurulacak. Ardından tuvalet sohbetlerinde ne meşhur bir san’at çevresine sahip
olduğu ile övünerek aklınca bizi ezikleyecek.
Lisedeki yemek
kuyruğu sanki hiç ilerlemiyor ama ben, ha gayret, bir iki adım daha atıyorum...
Aman Allah’ım, sakın üzerime
sıçramasın, post- çevreci İdil değil mi o?! Afrika’nın kadersiz bengalleri ve Antarktika’nın kör fokları için
para toplayan, bu esnada yerelliği de elden bırakmayıp Hasankeyf sular altında kalmasın diye kendini paralayan İdil, çevresinde
biriken ekürileri ile okul aile birliğine darbe girişimi planlıyor. Yemek
sırasının en önünde durmuş, daha özgür bir eğitim hayatı için başlatacakları
imza kampanyasını örgütleyişini imrenerek izliyorum. Neden sonra İdil’in bana yönelen kısık
bakışlarından anlıyorum ki, onlara bakarken dişlerimi fazla göstermiş olmalıyım.
Yok valla, böylesine hiç bulaşmak istemem.
Sanki öğle yemeği
arası koskoca bir zaman tüneline düşüyor. Feleğim şaşıyor.
Kullanım
kılavuzumu ele geçirmiş de tüm hayalperestliğimin koca bir kabuk olduğunu
anlamış gibi duran Vedat bana sırasını veriyor da İdil ve şürekasından biraz
uzaklaşabiliyorum neyse ki...
Biraz sonra bir
uğultu yükseliyor. Yemek kuyruğundaki kızlar donup kalmış gibi görünüyor. Çünkü
içeri basketbol takımının kaptanı Semih girmiş ve salyalarını silen hatunlara
kırıtmakla meşgul kendisi. Beni her gördüğünde düşük omuzlarım, çarpık
bacaklarım ve felaket karikatürlerimler dalga geçtiğini bildiğimden fark etmesin
diye kafamı çeviriyorum. Nafile bu kez de formamın altına giydiğim Sepultura tişörtüme dil uzatıyor.
Üzerinde sahte Shaq dövmeleri bulunan biri
tarafından özenti olarak yaftalanmak da ayrı bir zevk tahmin edersiniz.
Artık yeter! Gözümde
gittikçe uzayan yemek kuyruğunu es geçip kantinde satılan patates kızartmasını
ve goralıyı tırtıklamaya karar veriyorum. Ama hayır bugün şanslı günüm değil
tabi ki, işte geçen yıl tüm yemek aralarında bahçedeki ağacın altına oturup Evil Dead ve Kujo konuştuğumuz ilk karın ağrım Metin orada yeni gözdesi Gülşah
ile takılıyor. Yok artık, benim rüyalarıma girmesine neden olan Lovecraft’ları bu kazulet kıza veriyor olamaz değil
mi? Acı gerçek yavrum, beyinlerindeki gri hücre eksikliğinden bu salak herifler,
bir dişide işe yarayan numaranın hemen hepsinde çalışacağına inanır.
İştahım
kapanıyor!
Merdivenlere
yöneliyorum. Masa tenisinin önünden geçerken okula yeni gelmiş bir Suriyeli
çocuğu sıkıştıran vandallara rastlıyorum. Bunlar da son seçimlerde ortaya çıkan
oy dağılımının ülkeyi kaosa sürükleyeceğini iddia eden felaket tellalları.
Çalıştığım medya plazanın kafeteryasına konuşlanıp sabah akşam dövizdeki
dalgalanmalardan söz edip kendileri gibi görmedikleri diğer ‘ırkları’ aşağılayan amip
kırıntıları ile aynı familyadanlar yani...
Nihayet okul
bahçesine çıkıyorum, ancak bana doğru yaklaşan tehlikeyi çok geç fark ediyorum.
Yumurta topuklu ayakkabılarıyla gri paspal paçalarını sürükleyen dangoz okul
müdürüm giriş kapısının yanındaki duvara astığımız okul gazetesindeki son
yazımın hesabını soracakmış gibi görünüyor. Sürekli beni okuldan atmakla tehdit
ederek orta öğretim başarı puanımı baltalamaya çalışan müdür Kemal de bugün
itibarıyla, tazminatımı elime tutuşturmadan beni kapı önüne koymaya meraklı
embesil patronumun bir kopyası olarak önümde dikiliyor.
Bu bir Diablo Cody filmi olsaydı, hikayeye
feminist esanslar katmak için karakterim herkese küfür edip posta koyduktan
sonra bir kenara yığılıp kendi haline acır; sonra da efkarını dindirmek için
çılgın bir seyahate falan çıkardı. Ya da diyelim doksanların ‘yönsüz’ kadınlarıyla
dalga geçen bir Atıf Yılmaz filmi
olsaydı, kafası karışık karakterim pespaye hayatını iplemez, inadına önüne
yasak diye konulan yola sapardı.
Heyhat, ortada ne
yasak bir yol ne profilime koyacak egzotik bir yemek ya da kendime avatar
yapacak ateşli bir dansçı keşfinin yer aldığı bir yolculuk var. Çapsızım işte.
Artık yemek aralarına
çıkmak istemiyorum.
Bu aralar ve onu
dolduran insanlar, hep birbirine benziyor sanki. Film içinde filmin döndüğü kabuslar
gibi... Evde hazırladığı öğle yemeğiyle okulun arkasındaki kömürlükte takılan ‘tuhaf kız’ olmaya devam ediyorum her
seferinde. Ya da ofiste masamın başında
kalıyor ve kendimi yemek sepetinden ısmarladığım büyük boy bir pizzayla, bol
vişneli bir çikolatalı pastanın içine gömülürken buluyorum.
8 Haziran 2015 Pazartesi
Own Your Crazy | Gina Brillon: Pacifically Speaking
gina kadın beyninin nasıl çalıştığını anlatıyor...
basit bir problemin salt kendisi değil, çözümü bile mesele yahu bizim için, şalterler hep açık.
bizim beynimiz iblisten ödünç alınmış sanki.
24 saat çalışan bir düşünme makinesi ve önerisi şu, kızlar çılgınlığınıza sahip çıkın!
P.S. ladies you need chick friends, because they are your support system!
6 Haziran 2015 Cumartesi
Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık!
YOK mu, VAR
Şunu aklında tut iyice
Çilekte var, altın gibi parlayan ferik elmasında var
Güneşte, gümüş fildişinde
Tahtada, kömürde sütte
Suyun ateş olduğu, ateşin su olduğu yerde var
Kızımıza ördüğün yeşil atkıda bile
Beni seven ellerinde var
Bir sabah geçiyordun
"Bir sabah geçiyordun ne demek"
Nasıl, niçin ve nereden
Bil ki böyle bir eksiklikte var
Dilini acı yapan tütün kırıntısında
Örneğin bir yolculukta, katran gibi çaylar içtiğin
Kirazlar bavulları akasyalar sevdiğin
Her türlü virajlarda
Ağaççileği gibi, ince çekirdekli
Dile, dişe,damağa yayılan
Akide olan gözlerinde
Gözbebeklerinde yeşim
Yakut olani zümrüt olan damarlarında
Özleminde günbatımı
Yok mu,var.
Nasıl var hem de
Var içimizde bizi eksiltmeden
Dışarda var
Oranda, orantıda, dengede
Bir hüzün bile sinmemiş plastik çiçeklerde
Gene var, yüzünü yıkadın mı, iyi
Sildin kuruladın mı
Çıktın mı sokağa
Yalnız su aramaya gidilen yollarda
İnce bir bardak gibi gövdelenesin diye susuzluk
Orda var.
Ayakların değsin de suya
Sözgelimi herhangi bir Haziranda
Haziranın köylü yüzünde
Çizgili mintanında
Denizlere uçan aklında
Değsin de suya ayakların
Sudan üşüyen parmaklarını çekerken
Tam orada
Seni unutarak baktığımda bile
Dünyanın her yerlerinden geçiyorsun
Yayılıyorsun kalabalıklara
Yalnız yayılmak mı,
Aşkın en büyüğü en dayanılmazı demeli buna
Özlenirsin, alabildiğine varsın da
Daha da var oluyorsun gün günden
Olgun bir meyva gibi güleceksin zamanla
Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna.
Edip Cansever
***Volubilis, North Africa
4 Haziran 2015 Perşembe
aşka düşen kişi, canla baştan geçer*
GözlGözle göremedikleri dışında ilgisini çeken hiçbir şey yoktu artık
yeryüzünde.
Kabuğuna çekilip bu davanın sonuçlanmasını bekleyecekti.
“San’at tabiattan önce gelir” deyince
ona bıyık altından güldü.
Eğer
Resan, fazla
mütecessis görünüp bu uzun kirpikli beyzadeyi ürkütmekten çekinmese ona neden
güldüğünü sorardı. O vakit, eşrefi mahlukatın hayal tarihini bir bir anlatırdı
genç adam da kıza. Derdi ki, senin o şaheser saydıkların eğlence peşindeki tuhaf bir büyücü kadının
marifeti… 1917’nin çetin geçen kışında erosun sinsi planına sadık kalan Kader, Memet ile Kumru’nun yollarını bağlamamış olsa,
Anadolu’nun esmer mermerleri Göksu
bahçelerine giremezdi.
Ne Karadeniz’in dalgaları şairlere ilham
olur, Moda sahillerindeki hüzün ölümsüz
tablolara yansır ne de Galata
semalarındaki nihavend ney sesi kulaklarımızı
yakardı.
İki sersem hasret kavuşmuş olsa boğazın suları mavisini yitirir, rüzgarın dilini yakalama
telaşına düşen biçareler terennümü bırakıp Balıklı Rum’u ağzına kadar doldururdu. Korkak Kumru bir zahmet edip bekleyeydi, tanrıyla arasındaki yarışmanın
mukadder mağlubiyetine kurban gitmezdi aşk.
*Aşkın adüşen kişi, Yunus Emre
2 Haziran 2015 Salı
Boğaz kıyılarında can veren domuzlar
Bir hafta içinde Boğazı yüzerek geçmeye çalışan sekizinci domuz, Beykoz sularına yaklaştığı esnada amansız bir akıntıya kapılarak sürüklenip gidince yetkililer, çevre halkının rahatsızlığını gidermek amacıyla, etkili bir önlem almaya karar verdiler. Kesilen ağaçların yarattığı sıkıntıyı dindirecek yeni bir peyzaj düzenlemesi... Gereksiz endişeyi şimdilik giderecek bir çözümdü bu. Zaten köprü inşaatıyla, tüp geçitlerle doğanın dengesinin bozulduğu falan yoktu. Bunlar hep çekemeyenlerin sözleriydi. Bu cenabetlerin ölümleri, eksik parmaklı bebek doğumları hep yüce Rab'in takdiriydi. Başa gelen çekilirdi.
Kendine bilim adamı diyen bir kitapsızın rivayetine göre, ortalığı kırıp
geçiren riyolit nezlesini tetikleyen şeyle domuzları korkutan neden aynıydı.
Cezayir menekşeleri ve ücretsiz fesleğen temini, zararlı metallerin yarattığı
nezleyi halledebilirdi. Fabrikaların zehirli duman yayan bacalarının
mühürlenmesi, okulların alarma geçirilmesi, bağımsız afet organizasyonlarından
yardım istenmesi durumu abartmak olurdu şimdilik. Ne yazık ki, şehrin gerdanına
yapılan etkili rötuş ve ithal çam ağaçlarının ana yol kenarlarına
serpiştirilmesi kimseyi rahatlatmadı. Damarlarına bolca sersemlik şırınga
edilmiş kimseler bile geçici çözümlerin vaktinin dolduğunu biliyordu. Yedi
tepe tarifsiz bir sıkıntıya mahkum olmuştu.
Kara bir sis
bulutu gibi şehrin üzerine çöken bu tekinsiz hava, sadece esnafın işlerini
bozmakla kalmamış devlet dairelerinin de işleyişini durdurmuştu. Git gide trafik, faili meçhul bombalamalar ve hatta işsizlik bile şikayet sıralamasında gerilere itildi. İnsanlar
tuhaf bir uyuşuklukla sokaklarda yalpalıyor, günler geceler iç içe geçiyordu. Tüm
bu hengame içinde kent sakinlerine yeni bir dert musallat oldu. Anadolu yakası
kıyılarında muhtelif kundaklama vakaları tespit edildi. Karadeniz’e yakın
kıyılardaki güzelim yalılar birbirinin peşi sıra muammalı yangınların pençesine
düşerken onlardan birinin pek kıymetli sakini Gazel Serinses, büyük büyük
dedesi muharrir Rasih Tura Beyefendi’den aldığı genlerin hakkını verme derdine
düşmüştü. Ortalıkta tuhaf dolaplar dönüyordu ve Tura soyağacının yaşayan en
meraklı üyesi, bu durumdan bir hikaye çıkarmadan rahat etmeyecekti.
Öncelikle şüpheli
ihalelerin gözdesi sabık emlak kralının kardeşi, belediye başkanı Vahit Temiz
ile görüştü. Başı işsizlik fonu ve tarihi eserleri restore komisyonu ile dertte
olan başkan Vahit, şaka olsun diye bir aslan kafesine kapatıldığı çocukluk
yıllarından beri hayvanlardan hiç haz etmiyordu.
“Yaban domuzları sürüyle şehre insin, isterlerse şehrin
orta yerinde çiftleşsin, umurum olmaz” deyip işin içinden çıkıverdi.
Kentin
uğursuzluğundan uzak kalmak için temizlik işçilerinin aylıklarından aşırdığı
paraları, evli sevgilisiyle başka diyarların altın kumlu tasasız sahillerinde
yemek üzere, Gazel hanımefendi ile yaptığı mülakatı yarıda kesip yola çıktı.
Bay Temiz'e göre basın; deliren geyiklere, alışveriş merkezlerini basan tilkilere,
yurtsuz köstebeklere ilgisini birkaç gün içinde yitirecekti.
Gazel Serinses,
yüreğini sıkıştıran umutsuzluk hissini bu çirkin devlet dairesinde bırakıp
kendisini bekleyen sorumlulukları yerine getirmek üzere harekete geçti. Neyse
ki çalıştığı bina belediyeye yakındı. Havanın erken karardığı o kış gününde Gazel,
tenha sokakta tıngır mıngır yürürken kendini anılara kaptırmaya hayli müsait bir ruh haline doğru sürükleniyordu.
Her şey nasıl başladı? Bana söylenen yalana gözlerimi kapamadığımda neredeydim, diye düşündü. Galiba şimdi yanıtlardan çok sorularla ilgilenmeliydi. Durdu, ela gözlerindeki kaygı ve kederi gizleyen kalın çerçeveli
gözlüklerini çıkardı ve kızıl gökyüzüne bakıp derin bir nefes aldı. Ertesi
günün baskısına bir iki detay eklemek üzere gazete binasına doğru yürümeye devam etti.
Her ikisi de
zamanında büyük büyük dedesinin yakın arkadaşı olan ve talihsiz kurşunlara
hedef olarak vakitlerinden önce bu aleme veda etmiş beyefendilerin adını alan
sokaklardan geçti. Gazeteye yaklaştıkça çocukluğunu anımsadı. Dudaklarına
yerleşen ufak tebessüme engel olamadı. Büyük bir hevesle bu sokaklardaki taşların
sayısını not ederek dedesine yazdığı ilginç hikayelere, bu ayrıntıları da
eklediği zamanları düşünmek ona iyi geliyordu. Dört kuşaktır ticaretle uğraşan
ailesinin ikinci gazeteci üyesiydi o. Rasih Tura’nın mirasını taşıdığı için
gurur duyuyordu.
Yeni Nesil
gazetesinin bekçisi Asım efendi, vardiyasının bitmesine yakın binaya giriş
yapan Gazel hanımı saygıyla selamladı. Güzelliğinin altını çizmeyen
ve düşünceli duruşuyla hep uzaklardaymış
gibi görünen bu asil ve zarif kadın her gördüğünde onda bir ferahlama yaratırdı. Gönül almasını bilir, Bina taşınsa dahi yadigar Asım efendinin yerinde kalmasını şart koşardı. Ama
gazetenin sekreteri huysuz Birgül için aynı hisler geçerli değildi. Sosyete
sayfalarında gezinmesi gereken bu kadının bu ruhsuz binadaki varlığından rahatsızdı Birgül. Yalılarda
oturup yatlarla gezen zengin bir kadının niye böyle saçlarını sıkıca topuz
yapıp, modası geçmiş çan etekleri ve ucuz trençkotları kuşanıp muhabirlik
peşine düştüğünü anlamak onun gibi haris huylu, kıt zekalı bir zat için mümkün
görünmüyordu.
Gazel, ikinci
kattaki çalışma masasına vardığı vakit, ertesi günkü gazetenin ön baskısı
matbaaya henüz gitmişti. Haberlere şöyle bir göz gezdirdi. Her kriz döneminde
olduğu gibi yine anlamsız dedikodu ve cinnet haberleri başlıktaydı. Dünyanın
garip bir dengesi vardı. İnsanoğlu kötüyü anlamak yerine göz ardı etmeyi tercih
ediyordu demek ki. Huzursuzluğunun bitmesi için elinde başkan Vahit'in göreve gelişine dair dedikoduları doğrulayacak bir delil olsa diye diledi. Yıllar önce Bay Temiz başkan seçilmeden önce hatrı sayılır iş adamlarının çiftliklerinde gizli görüşmelerle onlardan destek istemiş, en sonunda gizli bir tekkede yuvalanan garip bir örgütten yardım dilenmek için Anadolu yollarına düşmüştü. Anlatılana göre, Vahit bir tek randevu bile koparamadan tekke kapıarından geri dönmüş ancak Prens adalarının en büyüğünde katıldığı bir müzayedede bu menfur örgütün gizli elçilerinden bir ecnebi uşak kendisine destek verileceğini gün gelince de kefaretinin alınacağını açık etmişti. Gazel, kulağını her daim delik tutması gerektiğni erken yaşta öğrenmişse de belgelenmemiş dedikodulara, mesnetsiz hikayelere itibar etmezdi. Yine de garip bir his geldi çöreklendi içine. Atasından yadigar
haber kokusuydu bu. Saygın bir haberci olmadan evvel de sahip olduğu bir şey.
Olacakları kilometrelerce öteden fısıldayan bir rüzgar. Annesi bu hisse erken
doğumunun neden olduğunu söylerdi ama o hazırlıksız yakalanmasını engelleyen bu
hissin ona tabıattan miras olduğuna inanmayı severdi.
Masasındaki
elektronik ekranlı gri ahizeli telefon çaldı. Arayan haber kaynaklarından Aysar’dı.
Bir önceki sabah gerçekleşen Kandilli İnci Sultan’daki yangına dair ilginç bir
haber verdi. Osmanlı saray eşrafından
pek muhterem İnci efendiden miras yalı, artık ülkenin en mühim ailelerinden
birinin bekar ve zengin oğluna aitti. Kagir yalının önemli kısmı tadilattan
geçtiği için hasar fazla değildi, lakin garip olan yangın söndürüldükten sonra
yalıya giren evsahibinin sanat koleksiyonuna ait önemli parçaların eksik
olmasıydı. Ev sahibinin elini çabuk tutması sayesinde pahada ağır gergedan
heykelleri koleksiyonu ve gizli bir sanat koleksiyonun da kayıp olduğu haberini
verdi. Şefine durumu bildirdi ve yalının sahibini tanıdığını belirtip bu konuda
bir haber yapmak üzere onayını aldı.
Gecenin tuhaf,
yapışkan kokusu sandalyesinin arkasındaki açık camdan içeri dolarken Nevber, işleri dolayısıyla bir
süredir evden uzakta bulunan eşi Ahmet’i ve zamanının çoğunu spor kampında
geçiren tenis atleti küçük kızı Göknar’ı düşündü. En son ne zaman birlikte
seyahat ettiklerini, eğlendiklerini; her şey bir yana aynı masada oturup yemek
yediklerini anımsayamadı. Herkes işi, okulu ya da hayalleri için çalışırken bir
diğerini unutmuştu galiba. Her gün yinelenen kuru telefon mesajları, sarı
kağıtlarına iliştirilen hatırlatma notları ve arkası gelmeyen sevgi
sözcükleri...
Son zamanlarda
sürekli nerede yanlış yaptığını düşünüyordu. Ailesini bir arada tutmaya, sosyal
hayatta parmakla gösterilen bir hanımefendi olmaya çalışırken kendisi ile
konuşmayı unuttuğunu fark etti. Kendisine en son dürüst davrandığında canı
yanmıştı. Kimsenin ulaşamayacağı derin bir kovuğa saklanmış oradan çıkması için
işini bahane etmişti. Artık kendine haksızlık yapmaktan vazgeçmesi lazımdı. Gazel gibiler dürüstlük ve güveni hayatlarına ana düstur edindiklerinden kısa
süreli şaşkınlıklardan sıyrılmaları kolaydır. Ailesine olan ilgisindeki
azalmayı tetikleyen şeyin ne olduğunu düşündü. İlk ne zaman kafasının
karıştığını hesapladı ve işleri yoluna koymak üzere kendine söz verdi.
Elindeki
haberlerle uğraşmadan önce uzun zamandır ertelediği bir şeyi yapması
gerekiyordu. Bugünü kurmak için
geçmişten tamamen sıyrılmalıydı. Sonsuza dek kapatılması gereken sayfası
masasındaki en alt çekmecede beklerken kendini ailesine adadığını iddia
edemezdi ya. Kendini zorlayarak çekmeceyi açtı orada duran tahta kutuyu alıp
masasının üzerine bıraktı. Elektronik ajandasını açıp bir telefon numarası
aramaya başladı. Kısacık bir an tüm özü o masadan, binadan hatta o şehirden
ayrıldı. Çok uzaklara gitti. Ruhunu kederli günlere taşıyacak bir anı geldi
yüreğinin orta yerine oturdu.
Gazetenin geniş
haber bölümünün kuzey kanadında, pek göze çarpmayan bir noktaya yerleştirilmiş
masasında oturup bilgisayar ekranına dalan Gazel hanımı o sırada görenler, hummalı
bir çalışmanın ortasında sanırdı. Oysa artık ona pek tanıdık gelmeyen, kendisi
yerine yakın bir dostunun başından geçmiş gibi anımsadığı bir küçük gölgeye
takılıp gitmişti bile çoktan. Karlarda yuvarlanan bir sarmaşık... İki serseri
mayın. Evlenmeden önceki hayatının artık kuruyan bu anına vefa borcunu ödeme
bahanesiyle kandırdı kendini. İçinde laf anlatması gereken ne çok kişi vardı.
Birini sustursa diğeri suçlayacak bir şey bulurdu. Neyse ki, içindeki tüm o
geveze sesleri susturacak bir zenginliği vardı. Gazel Serinses için en önemli
şey, anı yaşamaktı. Bu yüzden, günün güzel geçmesi için verilen tüm tavizleri
değerli bulurdu. O halde aklına gelen düşünceleri savuşturup kutuyu sahibine
teslim etmesi gerekiyordu. Kararını vermiş olmanın huzuruyla derin bir nefes
aldı. Ajandasını çantasına yerleştirdi. Ertesi günkü programına ait son
düzenlemelerini de yapıp saatler gece yarısını gösterirken boş evine gitmek
üzere masasından ayrıldı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)