Yeryüzünde ademoğluna yasaklanmış bir takım yerler oluğunu biliyor musunuz?
Bunların bazılarında robotlar tarafından nükleer bir takım deneyler yapılıyor bazılarında soyları tükenmesin diye koruma altına alınmış canlılar yaşıyor. Birinde ise ölümcül yılanlar var. Brezilya yakınlarındaki Yılan Adası olarak anılan adadan söz ediyorum. Adaya soluklanmak için inen kuşlar, zehirli engerekler tarafından boğuluveriyorlar. Bu adaya düşen kızıl gerdanlı nar bülbülleri gibi hissetmiyor musunuz son günlerde? Kaderler kardinal olmuş, ağaç perileri yolu unutmuş.
Karanlık bir korku her yanımızı sardı. 'Genel Sakatlama Dairesi'* hepimizi eşit kılmak vaadiyle yaşamlarımızı iki sözcük arasına kilitledi.
Totaliter rejimlerin ilk kurbanlarının kadınlar arasından çıkacağını biliyorduk.
"Erkekler kadınların kahkahasından korkar, kadınlar ise erkekler tarafından öldürülmekten..." diyordu yazar Margaret Atwood. Karanlıkta bile kahkaha atmaktan çekinmeyen kadınların haline bakın. Bundan yedi yıl önce ilk çığlığı duyduk. Zaman kristal döngüsünü tamamladı, şimdi topun ağzında herkes. Cinsiyet, ırk, mezhep tanımayan bir dil, iki sözcükten onun istediğini seçmemiz konusunda bizi zorluyor. Şeytanları tepemize salmakta beis görmüyor. Onun istediğini seçmezsek başımıza gelecekler sadece işsiz, aşsız bırakılmak olmayacak belli ki... Zenginler de ağlar
Her an aç kalma tehlikesiyle yaşayan yoksul insanlar kolaylıkla kışkırtılıyor. Ezildikçe daha da itaatkar olan insanlıkla defalarca karşılaştı dünya tarihi. Açın halinden tok anlar mı? Şaşırtıcı olan, yoksula daha az yemesini öğütleyerek onu aşağılayandır. Sefalet ve yoksulluk öyle onur kırıcıdır ki, halinin ve ızdırabının farkına varmaz ağzı kokan. Çoğunlukla bir başkasının ona "Bak bu durumda olmanın nedeni bu" demesi gerekir. Onunla aynı ayakkabıyı girip, bir mil yürüyüp aynı dili konuşarak anlatsa da; yiyecek yemek bulamayan kafası çalışmadığından anlatılana inanmaz, anlayamaz da...
Bir de zengin olanlara bakalım. Bugünlerde gazetelerde dükkan kapatan restoran sahiplerinin, eski bekasını yitiren sanat simsarlarının röportajlarına sıkça rastlıyoruz. Yaşamlarının her anında kendi kontrollerinde olmayan şeylerin merhametine kaldıklarını yeni yeni farkeden zavallıcıklara... Rüzgar daha hızlı esse, havanın gidişi değişse gemisi aniden batan ve sosyal konumundan olanlarla doldu taştı çevremiz.
Oysa bir insana kendinden başka hiçbir şey zarar vermemelidir. Hep görmezden geliyorz da, sadece kalbimiz ve aklımızdakiler bizi mahvedebilir. Korkusuz korkaklık gibi.Despotluk karşısında herkes adaletsizliğe uğrar. Bugün ne yoksul ne de zengin rahat. Bugün hepimiz mutsuzuz. Bugün bizi iki sözcüğe mahkum kılan da, geleceğimizin her iki sözcükle karanlığa boğulacağını biliyor. Halk, halk için ve yine halk tarafından sopalanıyor.
Dünya çapında işsizliğin, ademoğlunun icat ettiği makineler yüzünden arttığı ortada. Yakında birbirimizi yememize gerek kalmadan makineler bizi hüpletecek. Kurtuluş belki de Oscar Wilde'ın dediği gibi robotların köleleştirilmesinde yatıyor. Robotlar iş yaparken insan da kendisi olabilecek diyor.
Ütopyalar güzeldir
Hadi biraz güzel hülyalara dalalım. Robotlar tüm pis işleri yerimize yaparken insanlık ne yapacak? Kendisi olacak! Üreterek, orman ve bahçelerde yemişlere ve çiçeklere dalarak yaşayacak.İşte o zaman kul hakkı yemenin vebalini ödeyenlerin başına gelenler hatırlanacak. Bir gün bahçeleri içinde gülümseyen insanlar, torunlarına şöyle anlatacak:
"Kul hakkını yiyenler sonunda kendi başlarını da yediler."
*Genel Sakatlama Dairesi: Kurt Vonnegut Jr. 'ın "Harrison Bergeron" öyküsünde yer alan bir kurumun adıdır. Kurum tüm insanları eşit kılmak için diğerlerinden farklı özellikte bulunanlara sakatlayıcı aletler takar. Örneğin daha zeki olanların kulaklarına düşünceleri önleyici gürültü yayan kulaklıklar takmak veya güzel balerinlerin yüzlerine maske ile ayaklarına ağırlık külçeleri yerleştirmek gibi olağan görevler edinmiştir.