Ölürüz diye mi üzülüyoruz?
Ne ettik, ne
gördük şu fani dünyada
Kötülükten
gayri?
Ölünce
kirlerimizden temizleniriz,
Ölünce biz de
iyi adam oluruz;
Şöhretmiş,
kadınmış, para hırsıymış,
Hepsini
unuturuz.
Orhan
Veli Kanık, Ölüme Yakın – “Yenisi, 1947
Cuma -Bugün
Bir iki yıl içinde büyük bir felaketle karşılaşacağımızı biliyorum ama herkes benim şeytan dilli olduğumu söyler.. Dinlemezler beni! Huysuz, dengesiz bir cenabet düşünün... Benim işte o! Bugün Karaköy’de henüz inşaat halinde olan Ginsberg Palas'ta içimdeki irini akıtıp göz yaşlarımı dindirmeye çalışmakla meşgulüm.
Ah dedim biraz önce, "Hatun,
gittikçe yaşlanıyorsun ve kendine acımaktan başka bir şey gelmiyor elinden. O
kadar zen safsatası öğrenmene, kişisel gelişim kursu devirmene rağmen bir adım
ilerleyememişsin yani."
Yirmi yıl önce berbat bir belaya bulaştım ben. Bedel
ödeme günü yaklaştı. Yapayalnız geçen yirmi yılın affı mümkün mü?
***
Hiçbir şeyden şikayet etmeye hakkım olmadığını işiterek
büyüdüm. Ailemin suç ve bahane kavramlarını gündelik dillerinde baş köşeye
yerleştirmelerinden olsa gerek, neredeyse tanıdığım herkesin nefes almaya benden
daha çok hakkı olduğunu düşünüyordum. Hayatımı sürdürmek için hafif bir
intikam oyunu icat ettim. Adeta şeytanın yattığı yeri belleyip eşe dosta kök
söktüren bir bela kesildim. Yapay bir kavga yaratmak ve bağırıp çağıranları
izlemek en büyük keyfimdi mesela. İnsan öfkelendikçe yaşıyordu sanki. Daha çok,
insanların çirkinleşen yüz ifadelerini ve sararan benizlerindeki dalgalanmaları
takip etmek hoşuma giderdi aslında. O yüzden aralarında aşktan öte bir şey
gördüğüm iki insanı, birbirinden ayrı yollara sürüklemek ve onların darmadağın
oluşlarını izlemek benim için festival gibi... Olmalıydı... Olmadı.
Alen ile Suzan ben onları ayırdıktan yirmi yıl sonra
Karaköy’ün birtakım pestenkerani otellerinden birinde bir araya geldiler.
Kıyamet turizmi satıcılarının ortasında, tüm varoluş saçmalıklarından
nemalanmaya çalışan meraklı kuru kalabalığın arasında, yine birbirlerini
buldukları her an olduğu gibi, zamanı durdurdular. Kimsenin onlara
erişemeyeceği sarp bir yamaçta ikisinin de ruhu kırmızı bir balona dönüşüp göğe
yükselmiş gibiydi. İşte o zaman
ayrıldıkları anı anımsadım.
Alen’in gözlerinde insanların ondan çekinmesini
sağlayan aynaları vardı. Ne olduğunuzu aynen yüzünüze vuran bakışlar.
Kırılmıştı onlar. Dumanlar arasından efsunevinin iki yalnız perisi süzülmüş Suzan'ın gözlerine yerleşivermişti. Suzan, o yılların biraz olsun durduramadığı
o fermanlı deli... O bile derin bir ana hapsolmuştu. Zeus’un gazabından bile
korunacak bir güç kalkanı vardı çevrelerinde bu ikisinin. İzlediğim bu sahne beni öylesine
şaşırtmıştı ki, bir ihanet yalanı ile onları kandırdığımı bilmeme rağmen nasıl
olup da hala birbirilerine sevgiyle bakabildiklerini anlamadım. İçimdeki kıskançlık
daha da büyüdü. Bu iki insanın gözlerinde bir pişmanlık belirtisi aradım.
Aşklarını kenara atmışlıklarından doğan bir pişmanlık... Bulamadım. Geçen
yıllarına dair hiçbir keder hissetmeden, öfke gütmeden ama şefkat de
göstermeden baktılar. Belki birbirilerinden ayrı geçirdikleri tüm o zamanı
bakışlarına kazıdılar. Bir dudak bükülmesinde bir göz seyirmesinde hasret,
bulmayı bekledim. Belki onların birbirleirne olan bakışlarında yeryüzünün
anlamını görmeseydim daha az acı çekerdim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder