19 Şubat 2020 Çarşamba

3. BÖLÜM
          
OYUN OYNAMAK İÇİN ASLA GEÇ DEĞİL

“Çocuğun tek bir amacı vardır. Özümseyen zihnini kullanarak dünyaya dair ne varsa öğrenmek… Biyolojik planın bu dürtüsü engellenmediğinde, çocuk hayret verici potansiyelini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu zihinsel donanımı inşa eder.” 
Joseph Chilton PEARCE , Sihirli Çocuk


Bulunduğum ilk film setinde (ki o sırada sinema eğitimi aldığım için kamera arkasında çalışıyordum) beni bu mesleğe bağlayan şey, kolektif bilinç olmuştu. Hemen hemen tüm birimler eşit muamele görüyor ve üretime, yani tek bir hayale hizmet etmek için herkes varını yoğunu masaya koyuyordu. Bu bahsettiğim yirmi yıl öncesi… Zaman içinde değişen çok şey oldu. Ama hala filmcilerin özel bir paylaşım ağı ile birbirlerine bağlı olduklarına inanmak isterim. Oradaki en varlıklı insan, sahip olduklarını tüm ekiple paylaşır. Saygıdeğer aktörler cüzdanlarındaki maddiyatın gösterişini yapmaktan ziyade, mütevazi yaşar, kamera arkasındaki iş arkadaşlarını aileden biri olarak görür ve kazançlarını onlarla bölüşür.

Galiba sadece film işinde değil yaşamın her alanında çevremde az tüketen insanların olmasını yeğlerim. Böyleleri bakış açılarını alışveriş merkezlerine, yahut sosyal medyadaki fenomenlere göre değiştirmezler. Mümkün olduğunca çok insana yardım etmek, topluma fayda sağlamak onları zenginleştirir, dinginleştirir. Muhteşem arabalara binmeseler, harika semtlerde oturmasalar, göz alıcı kostüm ve ayakkabılarla gezmeseler de onların çevresinde olmak istersiniz. Onların etrafa yaydığı iyilik enerjisinden uzak kalamazsınız. Hayattaki gerçek zenginliği keşfetmiş, varoluşlarını kabullenmiş, yaşam amaçlarını gerçekleştirerek tatmin olmuş kimselerle birlikteyken yaşam denen ırmakta dertsiz, tasasız seyreden bir sandala binmiş gibi hissedersiniz. Başına gelecek her şeyi kabullenmiş olmanın huzuru…

Hamilelik dönemine dair tek bir tavsiye ver deseniz, işte bunu söylerim… İçinde bulunduğunuz durumu kabullenin, onunla çatışmayın ve kendinizi gevşemeye bırakın. Tıpkı hayatın diğer periodlarında yapmanız gerektiği gibi… Bundan kastım, zorlu koşullarda tembellik edip kıçınızı yayın, demek değil elbette. Çünkü ben hayatta çalışmadan elde edilen bir şeye sahip olmadım. Geldiyse de geldiği gibi hızlıca gitti. Öyleyse, niye gelmiyor diye üzülmek yerine ben gidip alacağım, sakince ve yavaş adımlarla…

Önceki yazılarda içinde bulunduğum çevresel koşullardan dolayı yaşadığım zorluklardan söz etmiştim. Bu yazının ana konusu ise (eğer lafı uzatmayı bırakıp sadede gelmeyi becerebilirsem 😊 hamilelikte iyi vakit geçirmek…

Doğum iznime çıktıktan ve eşime kavuştuktan sonra, üçümüzün de sağlığının iyi oluşuna şükretmeye başladım. Sadece bu bile, tek başına ne büyük bir armağandı… Çok şanslıydık! Sonra bir baktım ki günler geçtikçe; hareket kapasitem sınırlandıkça; bebek 3 kiloya geldikçe ve ben 25 kg aldıkça (hiç aş ermesem de bünyemin arzu ettiğinden fazla yedim içtim. Çünkü doğum sonrasında spor ve sağlıklı beslenmeyle kilo vereceğimi bildiğim için, kendimi bu anlamda hiç sınırlamadım.) hayat zorlaşacağına kolaylaşıverdi… Gece uykularım bölünse, bebeğin hareketleri yemek ve nefes boruma baskı yapsa ve uzun mesafeleri yürümem imkansızlaşsa da, önceki aylardan daha iyiyim. Çünkü hepimizin sağlıklı olduğunu biliyorum. Sağlığımızın iyi ve başımızın üzerinde bir çatı olması kadar büyük nimet var mı?

Bebeğin adını hala kesinleştirmedik.
Hastane çantamız hazır değil.
Evi onun gelişine göre düzenlemedik.
Eşimle ikimiz de onun gelişini sükunetle bekliyoruz. İnanıyoruz ki, her şey olması gerektiği gibi olacak. Elbette ki benim de yoğun kaygılarım vardı. Bu ilk gebeliğim, ilk bebeğim, 40’ımdayım ve ne kadar çok okusam da hayatın kitaplardaki gibi akmadığını, kendi sürprizleriyle sizi sersemlettiğini bilecek kadar çok tecrübe sahibiyim. Geçtiğimiz günlerde ilk yalancı 'dalgam' ile tanıştım. Tıp dilinde Braxton Hicks olarak bilinen bu kasılmalar beni sersemletti. Doğumun kolay ve ağrısız geçeceğine inanmakta o kadar başarılı olmuşum ki, kasılmalar esnasında evin odaları arasında tur atarken eşime “İnsanların niye sezaryen  tercih ettiğini anlayabiliyorum.” dedim. Şimdi artık doğumun sandığım kadar kolay geçmeme ihtimali olduğunu da göz önünde bulunduruyorum 😊

Kaygılarımı azaltmak ve doğumun olanca güzel bir tecrübeye dönüşmesi için bir takım önlemler almanın gerektiğini, çaba sarf etmeden bir şey olmayacağını kabullendim. Bu adımları sizinle de paylaşmak isterim.

1.   İlk olarak İstanbul’da da güvenebileceğim bir doktor buldum. Her şeyi sorduğum, günden güne farklılaşan ruh halimi paylaşabildiğim, vücudumdaki değişimler hakkında beni rahatlatan bir hekim… Ortak ilgi alanlarımızın olması beni ona daha da yaklaştırdı. Hekimimle aklımdaki en saçma soruları bile paylaşabiliyorum. Onun sabrı ve sakinliği doğumun da kolaylıkla geçeceğine dair inancımı pekiştiriyor.

2.   Hekimimin önerdiği hastanedeki doğumhane ve odaları gezdim. Personelle konuştum. Kısmetse aletsiz, epiduralsiz, normal doğum hayal ettiğimiz için hastane ortamı özellikle önemli. Benim istediğim mahremiyet, güvenlik, konfor sağlanabilecek mi? Tıpkı bir hafiye gibi iz sürdüm, araştırdım.

3.   Rahim ağzının 10 cm’ye varacağı son ana kadar evde vakit  geçirmeyi istediğim için hekimimin önerdiği, işini seven ve doğum sonrasında da destek verecek bir Ebe-Doula ile anlaştım. Elbette herkes bu hizmeti tercih edecek diye bir şey yok... Fakat ben hem doğumun güzel geçmesini hem de lohusalık sürecimi mümkün mertebe iyi yaşamayı istediğim için profesyonel desteğe ihtiyaç duydum. Çünkü zor bir dönem geçirmiştim ve desteğe ihtiyacım vardı. Şanslıyım ki, bunu temin edebilecek durumdayım. Hayatta belki bir kez yaşayacağım bu tecrübenin iyi geçmesini diliyorum.

4.   Kendimi iyi hissettirecek şeyler okudum, izledim, dinledim, birlikte vakit geçirmeyi sevdiğim hamile arkadaşlarımla (hatta hemen hemen aynı gebelik haftasında olduğum, benimle aynı yaşta bir kız arkadaşımla ) dertleştim, spor yaptım.

5.   Endişelendiren, doğumu ve anneliği kutsallaştırıp abartan kimselerle görüşmedim. Ailemden olsalar bile, insanlara hamileliğime dair rapor vermeyi kestiğimde kendimi çok iyi hissettim. Çünkü bebeğim ve kendim için en doğrusunu sadece ben bilirim. Bir sorun olduğunda da o problemi, profesyonellerle paylaşırım.


Yetişkin yaşamlarımız da gerçek gereksinimlerimizi gösteren ipuçlarıyla doludur. Eğer ihtiyaçlarımızın hepsini doyurmak mümkün değilse, onları azaltmayı neden denemiyoruz?
Daha  ilkel olanı hatırlamak bizi doğaya yakınlaştırmaz mı? Doğaya yaklaştıkça ve onun yüceliğine teslim oldukça egomuz törpülenmez mi? 

17 yaşıma kadar evde kendi yaptığım oyuncaklarımla oynamıştım. Liseden döner, odamda yere oturur ve kendi kendime oyuncaklarla konuşurdum. O zaman ailemin garipsediği bu alışkanlığım ergenliğimin en zor zamanlarında kurtarıcım olmuştu. 

Hikaye anlatmayı unutmaz, oyun oynamayı es geçmezsek, sadece çocuğumuz için değil, bizim için de daha iyi bir dünya kurulabilir.

Kitap Önerisi:

Yazıyı sona erdirirken hamilelikle ilgili bir kitap tavsiyesinde bulunmak isterim. Bu kitabı bana doktorum önerdi. Ben de hamilelikle ilgili tek bir kitap önerecek olsam INA MAY GASKIN'in yazdığı "Doğuma Hazırlık Rehberi"ni öneririm. Sinek Sekiz Yayınları tarafından Türkçe'ye kazandırılmış bu yayın Amerikalı bir ebenin derlediği doğum tecrübelerinden ve merak ettiğiniz ayrıntıların yanıtlanmasından oluşuyor.

Bu kitabın herhangi bir sayfasını açıp okumak beni ferahlatıyor. Çünkü her doğumun kendine has yapısını anımsatıyor. Ne kadar çok anne adayı varsa, o kadar çok doğum tecrübesi var. Bunlar inanılmaz hikayeler... Doğanın gücüne güvenmeniz gerektiğini ve sükunetle bebeğin yolu bulmasını beklemeyi öğütleyen tecrübeler...

Film Önerisi:

"Instant Family" evlat edinmek ve aile olmak üzerine basit bir film. Filmin en güzel tarafı durumu romantize etmeden, ebeveyn olmanın sorunlu ve zor yüzünü de komediyle harmanlayarak sergilemesi. Ben izlerken çok ağladım. Muhtemelen hormonal tepkiler yüzünden... Yine de anne- baba olmanın, çocuk yetiştirmenin eğlenceli olmayan yanlarını gösteren film ve dizilerin gittikçe artıyor oluşu, ebeveynlerin yaptıkları hataların tartışılması yüzleşmeye fırsat tanıyor. İyi ki...


Sonraki yazı: Doğuma hazırlık egzersizleri ve doğum esnasında sizi rahatlatacak fikirler...


26 Ocak 2020 Pazar

2. BÖLÜM

DOĞAYA GÜVENMELİSİN

"İnan bana, eğer sana bir tecrübenin canını yakacağı söylenmişse canını yakacaktır. Acının çoğu zihindedir. Eğer bir kadın doğum yapmanın inanılmaz derecede acılı bir deneyim olduğunu benimsemişse (ki bunu annesinden, kardeşlerinden, arkadaşlarından ya da doktorundan duymuş olabilir) o kadın büyük bir ızdırap çekmeye zihinsel olarak hazırlanmıştır." 
                                                                                        STEPHEN KING
                                                                       'Solunum Metodu' adlı öyküsünden



Çıkan kısmın özeti:
40 yaşına girmek üzereyken sürpriz bir gebelikle karşılaşan kahramanımız, bebeği dünyaya getirmeye karar verir ve olaylar gelişir…

 
Yaratılıştaki ahenge inanmak

Daha önce iki doğuma gözlemci olarak girmeme rağmen doğum hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Hala da bildiğimi söyleyemem. Ama hamilelik ve doğuma yaklaşımdaki sorunun neden  kaynaklandığını biliyorum;
"Tabiatın kendinden daha akıllı olduğu fikrini kabul etmek" insana korkutucu geliyor. 

Oysa hayvanlar ne kadar kolay doğurur!!Çünkü onları korkutacak şeyleri televizyondan izlemez, kitaplardan okumaz ve komşularından duymazlar...

İnsanların çok daha kolay yapabileceği şeyler için makinelere güvenmek pek akıl karı görünmüyor.

Türkiye'de sezeryan doğum oranı gittikçe artıyor ve sanırım bu doktorların normal doğum tecrübesizliğinden  çok, gebelerin doğuma dair duyduğu korkudan  kaynaklanıyor.

 Doğum hala gizemlerle dolu bir dünya sunuyor bize. Bunları bilmediği için de korkuyor gebe.

 Oysa doğumu bir çeşit şenlik gibi kutlayan birçok tecrübe dinledim, okudum. Anne rahatlamış ve endişesiz olduğunda çocuğu da rahat bırakıyor ve bebeğin dünyaya gelişi kolaylaşıyor. İşin sırrı sizi destekleyecek bir ortam yaratmak ve onun korunması için kararlı davranmakta yatıyor.

 Elbette ki bu konuda size yardımcı olacak doula (doğum destek uzmanı), ebe ve doktoru da unutmamak lazım.

Doğum destekçilerini bulmak

Ben en büyük rahatlamayı doktorumu bulunca yaşadım. Ama önce ona giden yolda yaşadıklarımı anlatayım...

Gebeliğimi öğrendiğimden beri birçok hekimle görüştüm. Bunlar, farklı fikirlerde insanlardı. İçlerinde gebeliği ve doğumu büyük bir mesele haline getirip kanımı donduranlar oldu. Öyle azarlandım ki, gebe kaldığım için onlardan özür dilememi beklediklerini düşündüm.

Neyse şimdi geçen ayların sadece iyi kısımlarını hatırlamak yanlısıyım. Midyat'taki sürekli hekimimden çok memnundum. Eşi de pilates dersleri aldığım, alanında öğrenmeye açık ve vizyon sahibi bir fizyoterapistti. Zor geçirdiğim anlarda karı-koca imdadıma yetiştiler, beni her şeyin iyi gittiğine ve kolay geçeceğine dair yüreklendirdiler. Bana o kadar iyi geldiler ki, ailemle ilgili bir takım gelişmeler olmasa, doğumu Midyat'ta yapmayı düşünüyordum. Çünkü taşrada hala geleneksel yöntemler uygulanıyor. Kadınlar kendi bedenlerine, ruhlarına ve her şeyden çok tabiatın kudretine  güveniyor. Eğer vücudunuzun gücüne inanıyorsanız doğumu ebelerle evde yapmak daha kolay ve zevkli...

İstanbul'a dönüş durumu ortaya çıktığında yeni bir hekim bulmam gerekti. Ben de hem ebelerle hem doğum destekçileriyle görüşmeye başladım. Uzun yıllardır bedenimi rahatlatmak ve ona şükranlarımı sunmak için 'yoga' yapıyordum. Yoga size bedensel ve ruhsal esneklik sağlar. Doğal doğumu destekleyen birçok yogi vardır. Nitekim yoga eğitmeni bir arkadaşımdan kimlerle görüşeceğime dair destek aldım. Sonra bu görüşmeler ortaya yeni isimler çıkardı. Çok geçmeden doktorumuzu bulmuştum.  Bu konuda kendimi çok şanslı sayıyorum. Çünkü her şeyi konuşabildiğim, doğum için tüm isteklerimi yerine getiren ve bebeğin durumuyla ilgili beni ayrıntılı bilgilendiren bir doktora kavuştum. Sanata meraklı bir bilim insanı olarak sözcüklerini özenli, açıklayıcı seçiyor ve dürüst davranıyor.
Eğer şartlar ve konumunuz müsaade ediyorsa olabildiğince çok doktorla görüşün ve kendi dilinize, ruhunuza en uygununu seçin. Çünkü hayatınız boyunca unutamayacağınız, trans halinde boyutlar arası seyahati bile mümkün kılacak güzellikteki bu deneyimi daha da güzelleştirmek sizin elinizde...


Kendi aile geçmişine bakmak

İçinde bulunduğum koşullardan dolayı hamileliğimi stresli geçirdiğim günler oldu. Fakat o günler de bile bir şekilde karnımdaki bebeğe güvendim. Benden daha çok şey bildiğine ve dünyaya gelmek için direnç gösterdiğine inandım. Bu sayede hiçbir zaman farkına varamadığım güçlü bir tarafımla tanıştım. 

Bir önceki bölümde anlattığım gibi yapayalnız bir hamilelik geçirdim, fakat sanırım bu süreçten kendime olan inancımı tazeleyerek çıktım. Yardım istemem gerektiğinde istedim. Fakat beni eleştiren, yargılayan, kendi hamilelik süreçleriyle kıyaslayarak asla uygulamam gereken tuhaf öğütler veren kimseyi dinlemedim. Bu kişiler ailemden olsa bile... 

Yaş almanın birçok iyi yanı var... 

Zamanın değerini anlıyorsunuz, eğer kendinizi en yakın dostunuz olarak görüyorsanız özünüze olan sadakatiniz artıyor…

Ne yaşadıysanız yüzünüzden ‘şıp’ diye okunuyor. 

Benim en sevdiğim kısmı ise şu, kimsenin demesine gerek kalmadan, kendinizi onaylama ve alkışlama mekanizmasını kuvvetlendiriyorsunuz. Hatta ayın belli günlerini “Aferin Kızıma!” deme günü ilan ediyorsunuz. Ben bunu on yıldır uyguluyorum.'Aferin kızıma' günlerinde kendimi ödüllendiriyorum ve beni en çok mutlu eden aktivitelerle zamanımı geçiriyorum. Kendimin en yakın dostu olmaya gayret ediyorum.

Sadece başarılı olduğumda alkışlanan bir çocuktum. İnsanların beni sevmeleri için hep derslerimde derece almam gerektiğini düşünerek büyüdüm ki, bu omuzlarımda ağır bir yük yaratıyordu. 90’lar başlarken Basınköy Ortaokulu’nda okuduğum yıllar kayıp gibidir, mesela benim için. Okul birincisi olabilmek için uykusuz kalınan geceler, hırsla dökülen gözyaşları… Sevdiğin şeylerden uzak kalmak… 
Hatırlıyorum da sınavlara çalışmaktan müzik dinleyecek, spora gidecek hatta kitap okuyacak vakit bulamazdım. 
Ebeveynlerim çok erken yaşta çocuk sahibi olmuşlardı ve kendi ailelerinden gördükleri alışkanlıkları devam ettiriyorlardı. Göçmendiler, bu yeni ülkede bir iz bırakmak çabasındaydılar. Benim başarılı olmamı istemelerini anlıyorum. Eminim sağlığımı hiçe sayacak kadar çok çalışmamı istemiyorlardı. Ölçüyü kaçırdığımda, diyelim bir sınavdan düşük bir not aldığım için tepinerek saatlerce ağlayıp yemek yemeyi kestiğimde benim için çok üzülürlerdi.  

 Bugün azimli ve pes etmeyen biri olmamda o yılların etkisi büyük şüphesiz. Yine de çocuk gelişimi konusunda yaptıkları hataları 10  yıldır net biçimde görüyorum. Psikanaliz sayesinde bunlarla yüzleşiyorum. Hamilelik sürecimde aile geçmişimle sıkı bir hesaplaşma içine gireceğimden habersizdim. Neyse ki hekimim bunun hamilelerde sıkça rastlanan bir süreç olduğu konusunda beni rahatlattı. Acil bir çözüm beklemek saçma. Yardım istemekte sakınca yok. Eğer zor günler geçiriyorsanız , sizi anlayan bir arkadaşınızdan (gebe olsun olmasın) yardım isteyin. Her şeyi telk başınıza başarmaya kalkmayın!.Lütfen, hamile kalmayan kadınlar halinizi anlamaz safsatasına sakın kendinizi kaptırmayın!  Ben en önemli destekleri hiç doğum yapmamış arkadaşlarımdan aldım. Doğum yapmış arkadaşlarım beni eleştirmek ve kendi hatalarını anlatıp üzülmekle meşgulken , hiç gebe kalmamış arkadaşlarım daha anlayışla yaklaşabildiler. Burada yine aynı ana fikre dönüyoruz;
"Bir insanın yaşam tercihlerini ve iyi niyetini belirleyen tecrübelerinden damıttıklarıdır." Herkes zorluk yaşıyor, ama herkes o zorlukları aynı bilgelikle aşamıyor.

Hamile destek gurubu

Çocuk gelişimi hakkında okuduğum kitaplar bendeki hataları farketmemi sağladı. Bunları gördükçe büyük üzüntü duydum. Hem kendi çocukluğumu pamuklara sarmak istedim hem de bir an önce etrafı temizleyip bebeğime kendimdeki marazları aktarmamak istedim. Bu hızla gerçekleşecek bir şifalanma değil elbette. Hemen her gün çocuğunuza karşı davranışlarınızı gözlem altında tutarak geçeceğiniz bir tünel. Belki de sonu görünmüyor. Muvaffak olma şansı oldukça düşük. 

Çünkü tertemiz ve masum bir kalbi kirleten yetişkinlerdir. Çocuk dünyanın pisliğini ne bilsin?

Zorlu koşullarla karşılaşsam bile denemeye devam ederim. Fakat aynanın diğer tarafı da var.  Zorluklarla karşılaşma sıklığı, kolay gelen bir başarının ya da hediyenin de değerli olabileceğini kabul etmenizi engeller. Hayır demeniz zorlaşır. Yük taşımaktan şikayet etmezsiniz. Bu da bu durumu bilerek ya da bilmeyerek suistimal etmek isteyenlerin sizden faydalanmasına fırsat tanır.
 En büyük sınavlardan biridir bu... 
Zorlukların yüreğini katılaştırmasına ve heyecanını söndürmesine izin vermeyeceksin! 

Birkaç gün önce Midyat'tan döndüm. Oradaki evi kapatmak; bir yıldır oluşan düzeni dağıtmak yorucuydu. Ama İstanbul'a geldikten sonra artık tüm vaktimi doğum hazırlığı için vermek beni mutlu etti. Hamile yogasına ve fizik egzersizlerine başlamak, vücudu doğum ve doğum sonrası için hazırlamak ve bu sayede daha çok gebeyle fikir paylaşımında bulunmak...

Sizinle benzer bir süreçten geçen insanlarla bir arada olmak, kendinize dışarıdan bakmanızı sağlıyor. Onlarca deneyim, hepimizin kendimize has ve biricik olduğumuzu hatırlatıyor. Yaratılışımıza güvenmemizi, kadın bedeninin her şeyi bildiğini ve çözebileceğini söylüyor.


GELECEK BÖLÜM:

Bebek beklerken hiç beklemediğiniz şeyler...


18 Ocak 2020 Cumartesi

GEBELİK EĞİTİMİ

"Yalnızlığı öğren, çünkü en çok ona ihtiyacın olacak. Seçilmiş bir yalnızlık insanın sahip olacağı en büyük lükstür."                                                                                                      Charles Bukowski


 Geride bıraktığımız güz başında, yani bundan beş ay kadar önce, hamile kaldığımı öğrendim. Bu sürpriz gebelik tam da 40. yaşıma merhaba demek üzereyken başıma geldi ve beni ne yapacağımı bilmez bir durumda bıraktı. Heyhat,ben mevzuya ayana kadar gebelik  ilerleyivermişti. Acil karar almak durumundaydım.

Bu yaşıma dek hiç gebe kalmamıştım. Önceleri bu tercihimi, eğitim ve iş hayatında aktif olma tutkumla ilişkilendiriyordum. Fakat 11 yıl önce psikanaliz ve terapi çalışmalarına başladığımda başka bir şey farkettim. Çocukluğuma dair bilinçaltına ittiğim birçok korkuyla yüzleşmeye başladığımdan beri çocuk sahibi olmanın pek de iyi bir fikir olmadığını düşünmeye başlamıştım.

Çocuk doğurmaya nasıl karar verdim?

 Bir kere ister istemez, kendi ebeveynlerimin  üzerimde uyguladığı eğitimin kalıntılarını çocuğa aktaracaktım. Sevgi ve şefkat kisvesi altında çocuğu sarsacaktım. İkincisi, zaten iliklerime işlemiş 'daimi suçluluk duygusu'  anne olunca katmerlenecek, yaptığım hiçbir şey bana yeterli gelmeyecek ve endişelerimle  çocuğun yüzeceği suları da bulandıracaktım. 

Diğer yandan bir insanın büyüdüğünü görmenin heyecanı ve onunla hayata bir kez daha başka gözlüklerle bakma tecrübesi, bana çok cazip görünüyordu. Bu yaşıma kadar istediğim okullarda okumuş, mesleğimde tatmin yaşamış, hayallerimi gerçekleştirmiş, az çok dünyayı gezmiş ve türlü maceraya doymuştum. İçimde kalan bir hedef yahut arzu yoktu. Elbette aktör ve yazar olarak yetkin ürünler vermek ve istikrarla yola devam etmek istiyordum ama mesleğimde geçirdiğim yıllar, onu pratik biçimde icra etmenin yollarını öğretmişti. Birkaç işi bir arada yürütme deneyimini pekiştirmiştim.

Arkadaşlarımın çocuk büyütme serüvenlerine tanıklık ettikçe çocuk bakımının göz korkutucu bir şey olmadığını düşünür olmuştum. Asıl kaygı yaratan onun karakterini şekillendirirken nasıl bir kılavuz olacağımdı.

Her ne olursa olsun alacağım karar bencilce olacaktı. Partnerim bu kararı bana bıraktı. Ben de kafamdaki türlü soruyu eledim. Hiç kimse yanımda olmasa bile tek başıma bir çocuğa  sevgi, güven ve sıcak bir yuva ile iyi bir eğitim sağlamak üzere tüm yaşamımı en baştan düzenlemeye hazır mıydım? Birkaç gün boyunca kafamda bu soruyla dolaştım. Zira ne ailem ne de arkadaşlarım (bir tanesi hariç) çocuk doğurmam konusunda hevesliydi. Onlar dünyaya bir çocuk getirme sorumluluğunun ağırlığından dem vurup bununla başa  çıkamayacağımı  düşündüklerini söylemişlerdi bile.

Sonuçta kafamdaki soruya verdiğim yanıt "EVET" oldu. Her ne olursa olsun bununla tek başıma bile başa çıkabilme sözünü kendime veriyordum. Bir karar almak benim için zordur, o kararı aldıktan sonra şikayet edip geri vitese takmayı da sevmem. 

İş hayatında aktif bir hamile 
ya da 
 Hamilelik hastalık değildir

Yine de kararımı verip ailemle ve partnerimle paylaştıktan sonra işler  kolaylaşmadı. Oysa başlangıçta her şey rüya gibiydi... 

Mistik biçimde bebeğin dünyaya gelme çabasının ve tüm bu süre zarfında geçirdiğim kazalara rağmen zarar görmeden, hayatta kalma çgayretinin uhrevi bir bağlantısı olduğunu düşünmek istedim. O, bir mucizeydi!
Dünyaya gelmeyi çok istiyordu. 
Periler gibi kendi masalını yazıyordu. 
Annesi ve babasından ayrı bir varlık olarak yolunu çizmeye henüz anne karnındayken başlamıştı.
 İşte böyle düşündüğüm bir, iki hafta boyunca her sorun önemsiz göründü. Hayat ışık demetleriyle bezeli, yaldızlı kağıtlarla sarılı paketler çıkardı karşıma. Kendini masallarla kandırdıkça yaşam ne de güzel akıyordu...

Partnerimle ufak bir törenle evlendik. Bebeği büyütmek için ortak bir yolda yürümeye ve hayal kurmaya söz verdik. Çalıştığım iş yerinde yani yapım şirketindeki patronum  hamilelik haberimi anlayışla ve mutlulukla karşıladı. Çalışan bir gebe olma isteğime destek verdi. 

Her şey yoluna girmiş gibiydi. 

Yazı da kışı da zor bir coğrafyada gebelik geçirmek önceleri beni düşündürmedi değil. Bir TV dizisi çekimleri nedeniyle Midyat'ta yaşıyordum. Yeni kitabım raflara çıkmıştı ve tanıtımı için kitap fuarlarında imza günlerine katılmam gerekiyordu. Bu yoğun tempoda hamilelik nasıl sürecekti? 

Pek kolay olmadığını itiraf etmek zorundayım. İstanbul gibi yaşlı, hamile, engelli ve çocuk sevmeyen bir şehir yerine küçük bir şehirde olmanın elbette ki çok avantajı vardı. Midyat'ta geç gebelik yaşayan birçok kadın var. Hatta Mezopotamya'da ileri yaşta gebelik, sık rastlanan bir durum. İstanbul'da olsam gebeliğime bir sürü mana yükleyip durumu abartacak çılgın  kalabalıktan uzakta olmak beni rahatlamıştı. Kaldı ki, haberleşme araçlarıyla hamilelik hakkında ben sormadan fikir beyanında bulunmaya meraklı bir sürü kişi bana ulaşabiliyorken Midyat'ta kayıplara karışmak da kolaydı.

Ah, işte bu noktada en sevdiğim bölüme geliyoruz. Her kafadan çıkan ayrı ses... Bölüm başlığı olabilir pekala...
Farkında mısınız bilmiyorum ama, çocuk gelişimi üzerine tavsiye vermeye meraklı ne çok insan var... Aslında her konuda akıl vermeye meraklı ne çok insan var! Ben fikrini sormasam da, mutlaka beyin yakıcı bir tavsiyede bulunmak için yanıp tutuşan insanlar... Anneliği ve hamileliği kainatın en büyük kara deliği olarak görenler... Çözümlenmesi zor bir sürü denklemi önünüze koyanlar...
Beyninize karanlık düşünceler zerk edip evine dönüp keyifle uykuya dalanlar...

Böyle bir güruh hayatımı işgal etmek üzereydi. Hemen bir önlem almalıydım!


Seçilmiş yalnızlık

İşte o zaman, hamileliğimi yalnız geçirme kararı aldım. 

Kendi mutsuz çocuk yetiştirme deneyimlerine rağmen bana ne yiyeceğim, ne giyeceğim, ne dinleyeceğim, ne okumayacağım (kitap okuyan kadınlar mutsuz olurlar kızım, çok okumak kafanı bozuyor senin, bırak okuma! diyen mi istersiniz herkesi kendi düşünce sistemiyle yargılayan mı?) , ne çalışmayacağım, hangi egzersizi yapıp yapmayacağım hakkında ders vermeye girişenler...

Komik olan şu ki, ben fikrini sormadan laf yetiştiren bu güruh, sanki bizim bilmediğimiz bir evrende var olan 'Uluslararası Annelik Enstitüsü'nden yüksek doktora ile mezun olmuş gibi davranıyordu. Görünmez diplomalarıyla "Anne" olmanın inceliklerini anlatmak onlar için nasıl bir tatmin kaynağıydı? Bir türlü anlayamıyordum. Diplomaları ve uzmanlıkları sabit olan, kendi hekimime ve spor eğitmenim sessiz kalırken güruh konuşmaya pek meraklıydı. Hekimim ve spor eğitmenim, onlar ki mevcut diplomalarına rağmen, bana asla bir konuda akıl vermeye girişmediler. Ben sormadıkça tavsiyede bulunmadılar. Her daim moral verdiler ve sadece işlerini yaptılar. Eleştirmediler de onaylamadılar da... Olması gerektiği gibi...

Hayatıma yavaş yavaş sızan bu güruhun çabaları genellikle bana komik geldiği için, onlara çoğu zaman kahkaha ile; özel hayat haklarımı ihlal ettiklerini düşündüğümde ise tavrımı ve mesafemi net biçimde koyarak karşılık verdim. Telefonlarına çıkmadım, yüz yüze görüştüğümüzde düşüncelerini kendilerine saklamaları gerektiğini dile getirdim. 

40 yaşıma gelmiştim. Özel hayatımda türlü kalp kırıklığı yaşamış ve de iş hayatında insafsız bir ormanda, yırtıcı hayvanlarla çarpışarak ayakta kalmış, tonlarca deneyim kazanmıştım. Kararlarıma kimsenin karışma hakkı olmadığını bilecek kadar yaşamıştım yani... 

İsterdim ki, size yalnız bir hamileliğin rahat ve huzurlu geçtiğini yazayım. Hayır, sandığım kadar rahat geçmedi... 

Bir kere duygu durumum allak bullaktı. Ama bunu paylaşacak kimsem yoktu. Çünkü eşim ciddi bir rahatsızlıkla boğuşmaya başlamıştı ve tedavisi yüzünden şehir dışında olmak zorundaydı. 
Bense Midyat'taydım. Hamileliğimin iş yerimde sorun yaratmaması için iki kat daha dikkatli olmak, ekibi yavaşlatmamak için azami özeni göstermek zorunda hissediyordum kendimi. Ama tüm bunlar olurken gel gitli ruh hallerimi paylaşamazdım. Çünkü bir bakıma paylaşmak, mahreminize müdahale fırsatı doğurur.

İçimde büyüyen oldukça hareketli taklacı bir kumru vardı. O kumruyu çok bilmiş güruhtan korumak dert değildi de... Kim bilir, belki  O'na en büyük zararı ben verebilirdim. O' nu kendimden korumayı nasıl öğrenecektim?



GELECEK BÖLÜM:

Çalışan bir gebe olmanın zorlukları 

ve 

Doğum için hazırlanma süreci


*** Fotoğraf İstanbul Oyuncak Müzesi'nde çekilmiştir.

3 Eylül 2019 Salı

Ay Yanığı

Bilinmeyen bir yerde tuhaf bir zamanda bir çatı katındaki teras... Bir kadın yalnız başına ay banyosu yapıyor. Derken terasın kapısı aralanıyor. Ama kadın bunu duymuyor bile... Neden sonra yanına yaklaşan karaltının farkına varıyor. Ufak bir çığlıkla yanındaki adamın farkına varıyor.

Korkacak bir şey yok, benim.” diyor adam.
“Yatmadın mı sen?” diye soruyor kadın.
“Sıkıldım. Her gün aynı şey. Yat, uyu, uyan... Sen ne yapıyorsun ayakta?”
“ Uyuyamadım. Biraz kitap okuyayım dedim.”
“Ben senin yerine seçeyim mi bir tane?”
Omuz silkiyor kadın.
“Niye karanlıkta oturuyorsun?” diye soruyor.
“Aydınlık asabımı bozuyor. Nasıl bir kitap istersin? Aşk, polisiye, kırmızı, mavi?”
“Rengine göre kitap mı?”
“Neden olmasın? Tüm kitapların içeriği aynı. İlişki, çatışma, engel, sır... (adam içeri gider ve elinde bir kitapla geri döner) Bu nasıl? “Ruh Göçü: Ölümden  Sonra Yeni Bir Hayat Mümkün mü?” Bu, bir an önce uyumanı sağlar bence.”
Kadın derin bir nefes alıp, terası terk etmek üzere ayağa kalkıyor. Adamın buna verdiği tek tepki üşüdüğünü göstermek... Kadın bu hamleyi karşılıksız bırakmıyor.
“Üşüteceksin üzerine bir şeyler al.”  deyip geri dönüyor.
Adam şimdi başka bir ruh haline bürünüyor.
“Yıldızların altında oturmak çok güzel, değil mi? Biraz konyak eşliğinde laflamak iyi gelirdi aslında...”
“Nihayet konuşmak istiyorsun demek...” diyor kadın. Serin bir meltem var havada. Adam meltemin saçlarını yalamasına izin veriyor ve sonra uzanıp kadının elindeki kitabı alıyor. Okumaya başlıyor...
“Ziyaretçi ruhlara karşı nazik olmamız gerekir. Bedenlerimiz başka ruhlara konukseverlik gösterecek şekilde tasarlanmıştır. Bir hipnoz seansıyla beklenmedik bir misafire kapılarımızı açmak sandığımızdan kolaydır... Ne dersin, deneyelim mi?”
Kadın bıkkın yanıt veriyor;
 “Kimseye kapı açmaya meraklı değilim.”
 “Dünyanın ruhu bir yenilenme sürecine girdi. 2012’de başlayan döngü, bu yıl tamamlanacak. Üzerinizdeki ölü toprağını atmanın yolu ‘biz’ olmayı öğrenmekten geçiyor. Haydi ama, birileri gelirse eğleniriz de...”
 Kadın kim bilir kaç kez bu sahneyi yaşamış olmanın verdiği yılgınlıkla asıl meselenin başka olduğunu anımsatıyor...
“Aramızda yeterince insan var, sanıyordum.”
“Ah, şu mevzu...”
“Konuşmadığında o mevzuyu yok saymış olmuyorsun.” diyor kadın.
“ O halde, o meselenin ruhunu çağıralım. Belki endişelenecek bir şey olmadığına seni inandırır.”
Kadın oyun oynamak istemiyor.
“Ben yatağa gidiyorum.”
Adam oyun arkadaşını kaybetmek istemiyor ve hemencecik konuyu değiştiriyor.
“Bugün okul müdürü, dergideki şiirimi okuduğunu söyledi. Bu tip müstehcen şeyler yazmaya devam edersem sicilim kötü etkilenecekmiş.”
Kadının görevi sanki adamı dinlemek ve onu onaylamakmış gibi...
“Kıskanç herif. Sen ne cevap verdin?”
“Bundan sonra takma isim kullanacağımı söyledim.”
“İyi demişsin.”
Aralarındaki rol dağılımı yine dengeye oturuyor. Bunu görmenin rahatlığıyla adam ortamı neşelendirmek istiyor.
“Hazır mısın? Ondan geriye doğru sayıyorum. Dokuz...sekiz...”
 “Dur!” Kadın gelip adamın karşısına oturuyor.
“Baştan başla...”
Adam şimdi profesyonel bir illüzyonist gibi ciddiyetle konuşuyor.
“Biraz sonra elimde gördüğün bu cismin etkisiyle uyuyacaksın. Gözlerini kapa, kendini bırak. On... dokuz... sekiz.. yedi...Rahatla... Burası çok güzel... Altı... beş... dört... üç ... iki... bir... sıfır...Şimdi gözlerini aç ve dediklerimi yap.
Kadın oturduğu sandalyede doğrulup adama dönüyor.
Adam neşeyle devam ediyor...
“Güzel... Hoşgeldin! Nasılsın?”
“ İyiyim...”
“Burada güvendesin. İzninle sana birkaç soru soracağım. Ama ilk önce bir ricam olacak. Konakladığın beden sevgilime ait. Ona artık aramızda bir şey kalmadığını söyler misin? Ayrılsak da dost kalabildiğimizi, kıskanmaması gerektiğini söyler misin?”
Kadın başka bir ses tonuyla konnuşuyor, sanki farklı biriymiş gibi davranıyor.
“O burada değil ki...”
Adam hınzır ;“Hımm. Peki, boşanırken yürüttüğün plakları bana geri vereceksin, anlaştık mı?”
“ Hep kadınlardan bir şeyler istedin, hiç vermedin.”
“ Pardon, kimsiniz?”
“ Anlamadım ki, niye boşandın? Aşk, bitmişmiş... Ne şımarıksınız, ayol. Bizim zamanımızda insan kıymeti bilinirdi.”
“ Sen yatmadan önce bir şeyler mi içtin, sevgilim?”
“Yatmadan önce içemem. Mideme dokunuyor, bilirsin. Ama akşamüstleri iki tek atmayı severim.”
“Kiminle konuşuyorum?” diyor adam telaşla...
“ Bu salak kızlar yemiş bitirmiş seni, haline bak bir deri bir kemik kalmışsın.”
Adam fısıldıyor...
“Anne?”
“Evladım kaç yaşına geldin hala aynı dert tasa; yok o kadın yok bu kadın, aldın mı verdin mi?”
Adamın sesi titriyor...“Anne, sen misin?”    
“Bu yeni sevgilinin saçlarının rengi nedir öyle, Allah aşkına? Hoş, bu pasaklı şey kuaföre gidiyor mu, ondan bile emin değilim. Kadın dediğin bakımlı olacak! Biraz renk katacak hayata... ki adam da renklensin, dünya da renklensin...”
“Anne, seni çok özledim.”
“Aman canım, koca bebek sen de... Hep ilgi beklersin. Bir gün olsun kendi hayatımı yaşamama izin vermedim. Sana karşı da doluyum aslında...”
“Anne’ciğim, ölene dek birlikteydik. Ben hep seni...”
“Birlikte oturduk çünkü paran yoktu. Yazacağım, çizeceğim derdine düştün, eve iki ekmek getirecek para bile kazanamadın, be yavrum.”
“Anne’ciğim, öyle deme...”
“Yani ölmeden önce son isteğim saçlarımı maviye boyatmaktı. Onu yaptım diye benle konuşmayı kestin yahu. Helalleşmeden terk ettim bu alemi, iyi mi? Benle küstün diye, üzüntüden nefes boruma bezelye kaçtı. Yaradanın işi de belli olmuyor, ne yaparsın...”
Adam ağlamaya başlıyor. Burnunu çeke çeke...
 “Anne’ciğim beni affet!”
“Allah ıslah etsin! Haydi toparlan, dergilere müstehcen şiirler de yazma öyle... Ha unutmadan, kitaplar rengine göre değil, deneyimlere göre seçilir paşam.”

Adam şaşkın, “Pes yani!” diyor.
Kadın neşeyle ayağa kalkıyor. “Nasıl yuttun zokayı!”
Adam öfkeleniyor... “En hassas olduğum konuda, annemin saçlarını maviye boyatması hakkında, nasıl alay edersin?”

 “Sen de aş artık bu mevzuyu. Mavi ile ilgili onlarca şiir yazdın, günah çıkardın yetmedi mi?”
“Alacağın olsun.”
 “Olsun, tamam. Haydi gel, yatalım artık.”


























Balon Yürek

 Deniz kıyılarında yürümenin ve şehrin batısına geçişin özel izne tabi tutulduğunu görecek kadar yaşamıştı. Aşk acısını dindirecek aşının bulunduğunu da öğrenmişti. Yüreğindeki perikardiyal yerleştirmenin kontrolöründen gelen ikazları dikkate alsaydı daha elli yıl yaşardı. Oysa ruhsuz bir eşik bekçisi olarak yaşamaktansa ölmeyi yeğlerdi. Vicdan sızısi içini yakıyordu. Yunus Çalkara, debdebeli ömrüne birbirinden zıt üç hayat sığdırmış, üçünde de aşka teslim olamamıştı.

Umumi Fashil Dairesi’nin eşik bekçisi olarak korkulan bir kahramana dönüşen Yunus, on yıl önce doktorluk yapıyordu. Suça eğilimli çocukların rehabilite edilip topluma kazandırılmasını amaçlayan bir Çocukevi’nin idealist yöneticisi olarak da küçük bir çevre  tarafından büyük saygı görüyordu. Çocukevi, sakinlerinden biri tarafından kundaklanıp ortadan kalkınca Yunus’un da hayatı değişti. Yangın
sadece Yunus’un eski yaşamını toprağa gömmedi. Aynı zamanda kırılan kalbine yeni bir aksam yerleştirildi.

Yürek yenisiyle değiştirilince yarası geçer mi? Sorsalar Yunus’a sessiz kalır. Yeni hayatının sırrı önceki hayatındaki yangında saklıdır. Gerçek yolcular gitmek için giderler. Yürekleri yazgıları karşısında hafifler. Bu yolculuk ki Yunus’u hem öldürdü, hem yeniden doğurdu. Yeni doğan Yunus’a yeni bir yürek gerekti. Kalp naklini gerçekleştiren doktor Yunus’a acılarını ayrıntılı olarak anlatmasını şart koştu. O doktor ki hastalarını sıhhat sularıyla yıkamaktan çok, yönetime yalakalık yapmakta ustaydı. Yönetim Umumi Fashil Dairesi’nin yeni kurulacak kolluk kuvveti için ideal adayları belirlemede doktordan yardım istediğinde riyakar doktor görevine dört elle sarıldı. O zamanki hastaları arasındaki en uygun aday olan Yunus Çalkara’yı gözüne kestirdi. Yunus hakkında etraflıca bir dosya tuttu.








RAPOR no: 512

Umumi Fashil Dairesi Sekreterliği’nin isteği üzerine hazırlanmıştır.

Hasta: Yunus Çalkara
Meslek: Eski doktor, müstakbel Eşik Bekçisi
Hastalık: Melankoli ve hezeyan
Ön Tedavi: Transplant köprüsü
Malzeme: Balon
Nihai sonuç: Nakil

Eşik Bekçisi 13’ün hipnoz altında alınan kendi ifadesidir...



Kader eğer insan olsaydı, iki aciz aşığı buluşturmak için soğuk bir bina seçmezdi. Biraz vicdanı olsa; ak duvarların ortasında, içindeki irini akıtıp göz yaşlarını dindirmeye çalışmakla meşgul olurdu.  Aralarında aşktan öte bir şey gördüğü iki insanı, birbirinden ayrı yollara sürüklemiş olmaktan pişman, dururdu. Onların darmadağın oluşlarını izlemiş, kahrolmuş olurdu. Bedel ödeme günü olduğunu bilip susardı.

Bir Karşılaşma…

Yunus ile Mercan ben diyeyim kader, siz deyin kardinal onları ayırdıktan on yıl sonra bir araya gelmişler. Bir zahmet, gözünüzde canlandırıverin… İki genç, kıyamet turizmi satıcılarının ortasında, zamanı durdurmuşlar. Zeus’un gazabından bile korunacak bir güç kalkanı kurmuşlar. Yunus’un gözlerinde insanların ondan çekinmesini sağlayan aynalar var. Ne olduğunuzu aynen yüzünüze vuran bakışlar... Kırılmış onlar! Dumanlar arasından efsunevinin yalnız perisi süzülmüş de Mercan’nın gözlerine yerleşivermiş. Mercan, yılların biraz olsun durduramadığı, fermanlı deli... O bile, derin bir an’a hapsolmuş.

Kader bir insan olsa, izlediği bu sahne onu çok şaşırtırdı. Kader bir insan olsa kıskançlıktan çatlar, bir dudak bükümünde yahut bir göz seyirmesinde azıcık hasret kırıntısı arardı. Bu ikisinin nasıl olup da hala birbirlerine sevgiyle bakabildiklerine hayran olur, şapka çıkarırdı. Aşkı kenara atan bu münafıklara hesap sorardı.
Hain bir plan uğruna bu ikisini buraya sıkıştırmazdı. Artık konuşsunlar diye onları yalnız bırakırdı.

“Bu… Gerçek mi? Sen misin karşımdaki?”

Yunus uzamış mı, kısalmış mı, kilo almış mı, yaşlanmış mı? Mercan hiç bilemiyor. Sadece bakıyor. Kalbindeki tüm hisler birbirine karışıyor. Ama ağzını açıp bir laf edemiyor. Tek bir sözcükle bu an kaybolacak diye korkuyor. Karşısındaki Yunus’un balon yüreği inip kalkıyor. İçindeki hava söndü sönecek. Beynindeki cinler taarruza geçmiş kulaklarına üflüyor.

 “Nasılsın, ne yapıyorsun? ”

Buraya sohbet etmeye gelmedi Mercan. Kafası zonkluyor. Yunus’u nasıl sevdiğini hatırlıyor. Sevgi bir yerlerde kilitli kalıyor, demek ki. Sevdiğini hatırlıyor da, o sevginin kalbini kanattığını unutamıyor. Tek kelimeyle kestirip atıyor.

“Yaşıyorum.”

Sonra bir sessizlik ikisinin arasına gelip yerleşiyor. Sanki hiç konuşmasalar daha iyi olacak. Ne yapacağını bilemediği zamanlarda olduğu gibi, Mercan kaçmak istiyor. Yollara düşmek; otogarlarda, bekleme salonlarında uyuyakalmak istiyor. Birden sabrı tükeniyor.

“Bunca zaman sonra, niye yakama yapışıyorsun?”


Bir Engel...

Yunus şimdi yüreği kutuplara saklanmış bir robot ve kafası hızlı çalışan bir pilot. Cızırtılı sesi, Mercan’a geçmişin güzel bir rüya olduğunu söylüyor. Bir mucize olsa, Yunus ona sarılsa... Mercan Yunus’un yüreğinin içindeki havayı alıp balonu öpücükleriyle doldursa...

Oyunbozan kader bu iki şaşkının yanına memleketin en berbat ikilisini gönderiveriyor. Ruhat Şimşek Sonsöz ile komedyenlikten spor yorumculuğuna her işi denemiş eşi Sabri Sonsöz. Sabri, fısıltıyla konuşuyor.

“Bir şeyler planlıyor olmalılar.”

Bu sözleri duymak bir tek Mercan’ı şaşırtıyor. Diğer herkes olduğu yerde rahat, duruma hakim gibi görünüyor. Sonsuz zaman, ruhunun kapılarını açmış; bedenini bir hortum gibi içine çekiyor. Mercan, Yunus’a  ulaşmaya çalışırken onunla arasındaki mesafe büyüyor.

Dönüşüm...

Mercan bu otel lobisinde ne yapsın bilemiyor. Küçükken odasında beslediği nar bülbülü geliyor aklına. Kafasındaki tüm sesleri susturuyor. Sadece nar bülbülünü ve onun kızıl gerdanını düşünüyor. Gagasını pencere camına dayayıp tık tık tıklatan nar bülbülü... Mercan hatırlıyor. Bülbül, evin balkonundaki saksıların arasına konup ona bakmıştı. Oraya bir yuva yapıp yumurtalarını bırakmıştı. Nar bülbülünün kırmızı tüylerini anımsıyor. Beyaz karnını... Felek Muhafızları eve girdiğinde bülbülün tüylerini nasıl kabarttığını anımsıyor. Kuyruğunu kaldırıp kanatlarını açtığını... Mercan bunları görmüş olmalı, görmüş de aklının bir kenarına kazımış olmalı.

Korkudan en iyi bildiği şeye sığınıyor. Bülbüle mesh ediyor. Sırtında tüyler beliriyor. Uçtuğu ormanları, koruması gereken yuvaları, beslemesi gereken yavruları mısralarına ekledikçe; kolları kanatlara, ağzı minik bir gagaya dönüşüyor. Karanlık, kesif ormanı andıkça kızıl gerdanını şişiriyor ve hücuma hazırlanıyor. Korkusuz bir nar bülbülünün şekline bürünüyor. Sonra kanat açıp havalanıyor. Şakımaya başlıyor. Yunus’un başının üstünde iki pike yapıyor ve uçarak orayı terk ediyor. Bütün bu olanları, saçakların altında sürünen yılan görüyor.










25 Ağustos 2019 Pazar

Maksadın kudsiyetine şahit olmasın o ifrit


Burunda bir iki yere baktıktan sonra yürümekten sıkıldık ve önümüze ilk çıkan bara oturalım, dedik. Kapıdan girer girmez O’nu gördük. Hiç oralı olmadım. Tekin selamlaştı tabi, herkesle iyi geçinir ya o… İki dakika geçmedi yanımıza damladı, dangoz.

“Size bira ısmarlayayım”, dedi. Oturdu.

“Yalancıların bu masada yeri yok!”, diye çıkıştım.

 Tekin önündeki tütünü sarmaya koyuldu. Fakülteden mezun olduğumuzdan beri görmediğim adama ne garezim var, anlamamıştı. Ama beni tanır, asabımın bozuk olduğu vakitte, yamacıma ilişilmeyeceğini bilirdi. 



“Ah, ne büyük sürpriz!” diyen Selma’nın sesini duydum. Meğer bu mendeburla birlikteymişler. Sınıfın en akıllı, en güzel kızı... Demek ki hayat ayrım gözetmiyor, herkese sille tokat girişiyor.  Şimdi sarı dişli bir müteahhide dönüşen karşımdaki pisliğe, Selma'nın hatırına, daha ne kadar katlanırım? Tartamıyorum. Şehre sadece iki günlüğüne gelmişim. İyi vakit geçireyim de, inime geri döneyim istiyorum. Eski defterleri açmanın ne yararı var? 

Karşımda oturan Tekin'e bakıyorum. Gülümsüyor. Tıpkı yirmi beş yıl önce, o Beşiktaş otobüsünde sırlarımı dinleyip bana hak verdiği, hatta arka çıktığı günkü gibi... Aramızdaki şey hiç değişmedi. Yıllar içinde başka şehirlere, başka hayatlara savruldum durdum. Tekin hep aynı evde oturdu, aynı işe gelip gitti, hiç evlenmedi. Ben kaybolmak istesem de bir şekilde buldu beni. Bir araya geldiğimizde hep çok içtik, çok güldük. Bu anlarda sanki çok uzak bir tepenin ardında kalan o iki küçük serserinin yaşamasını sağlıyormuş gibiydik. Bizden başka herkes çocukluğunu gömmüştü. Oysa acı bir gülüşle hatalarımızı affetmek gibisi, var mıydı? Yılda bir doz... Senede bir gün... Fazlasını kaldıramazdık, biliyorduk. 

Masadaki sünepe yakamızdan düşmüyor. Yüzüne bakmıyor, o yokmuş gibi davranıyorum. Tekin göz ucuyla süzüyor beni. Muhtemelen ne zaman masanın üzerinden atlayacağımı ve tahta zeminin ne kadarını  şu godoşun beyin sıvısıyla yıkayabileceğimizi çözmeye çabalıyor. Eskisi gibi... Birbirimize bağlı ruhlarımız semada buluşur, sonra yine yere iner ve  yukarda imzaladığımız o gizli akide uyardık. Aynı anda kavgaya girişirdik. Ağzımız burnumuz yamulana dek dövüşür, kovulduğumuz her yerden kahkahalarla ayrılırdık. 

Tekin bu defa geçmişi özlemiyor belli ki... Dümbük herifi kolundan tuttuğu gibi kapı dışarı ediyor. Selma'dan da rica ediyor, yalnız bırakın bizi, diyor. Onu ilk kez bu kadar ciddi görüyorum. Yok yok şimdi hatırladım; babasının cenazesinden sonraki haftalarda, yazın ortasında kürklü bir gocuk ile dolanırken de bu haldeydi.

Masaya geri döndüğünde hiç duymadığım bir ses tonuyla hızlı hızlı konuşmaya başlıyor. 

"En rezil hallerimizi, kalp kırıklıklarımızı, bataklıkta debelenmelerimizi biliyoruz. Senden başka kimseden isteyemem. Beni öldürür müsün?" diye soruyor. Pat diye! Afallıyorum. Tekin'i hayatımı borçlu olduğum insanı... Aşk gibi kahredici bir kuvvetin beni sersemleterek üfürdüğü çukurdan çıkaran adamı... Öldürmek mi?


22 Nisan 2018 Pazar

KULLAN AT


Zamanı avuçlarımızda buruşturup atar, bir yarış arabasındaymışçasına süratli seyreder ve her şeyi geride bırakırız. Gençken yaşadıklarımız bir daha yakamıza yapışmayacak sanırız. Ama mutlaka yapışır. Rüyalarda zaman donmuştur, sonsuza dek kaçamaz bir yerde mutlaka yakalanırsın. Uyandığında hiç olmamış gibi de yapabilirsin, ya da yazarsın... Kendi hapishanelerini bizim için lunaparka çevirenler öyle yaptılar. Şu iki yazar gibi...

MARGARET ATWOOD
Aynı adlı romandan uyarlanan TV dizisi “Damızlık Kızın Öyküsü” ile hayran kitlesini iyice genişleten Atwood, “Asla geleceği düşünmedim. Bu yüzden bilim kurgu yazıyorum. Peygamber değilim, kehanetlerde bulunmuyorum. Yazdıklarım tamamen bugüne ait şeyler. Bunun güç arzusundan değil korkudan beslendiğini düşünüyorum.” diyor.
Kanadalı yazar, madde bağımlısı bir arkadaşının tedavisine yardım etmediği için yıllarca kendisini suçlamış. Sonra da pişmanlıklarını alıp avantaja çevirmiş. Kadın dernekleri için çalışan bir aktivist ve fotoğrafçı da olan Atwoood hayattan aldığı dersleri şöyle özetliyor…
“Mükemmeliyetçi olmamayı öğrendim. Yokuş aşağı giden bir kayakçı gibiyim. Yazarken de böyledir, finali yazarken aynı anda başlangıç kısmının da yeniden yazımını gerçekleştiririm. Tekrar tekrar başlamaktan korkmam.”
 “Mutluluk camdan duvarları olan bir bahçe: ne girebilirsiniz ne çıkabilirsiniz. Cennet'te hikayeler yoktur; çünkü yolculuk yoktur. Hayatın dolambaçlı yollarında hikayeyi sürdüren şey; kaybetmek, pişman olmak, acı çekmek ve yitirdiklerini özlemektir.” (Kör Suikastçı, DK)

TOMRİS UYAR
“Gençliğin o sıcak güneşi battıktan sonra alacakaranlıkta idareten yaktığımız mumun o titrek ışığına övgüler düzmek neyin nesi? Yaşlılık ile ihtiyarlık aynı değil. Gençliklerini gereğince yaşayanlar ilgi alanlarını ustalıkla saptarlar. Eskiyen hücreleriyle iddiasız, dürüst bir yaşlılığa hazırlanırlar. Çevrelerini daha nesnel ve sakin gözle inceleyebilirler. İlgisizlikten yakınmak, onun bunun dedikodusuyla beslenmek yerine, ailede bir denge öğesi olmayı seçerler. Bir yaşlı ihtiyarlığa teslim olmak istemiyorsa gençlerle ilişki kurmalı. Dünyaya duyduğu ilgiyi tavsatmamaya kararlı yaşlı, bir genç aracılığıyla yalnızlığı da atlatır. Yaşlı biriyle birlikte yürüyen genç de kendi yaşlılığına hazırlanır. (Aşkın Yıpranma Payı, YKY)

BU YILIN GENÇLİK FİLMLERİ
Geçtiğimiz hafta 37. yılını kutlayan İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “gençlik” temalı filmler, insanoğlunun kendini temize çekmek için genç bakışa muhtaç olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Siyasi çalkantılar arasında boğulan ve başka gezegenlerde yeni ev bulma derdine düşen yetişkinlerle dolu yeryüzünde; gençliği hata, yaşlılığı ise pişmanlık olarak algılama devrinin nihayet sonu gelmiş görünüyor. Hayatta fark yaratmamızı sağlayan şeyin henüz genç yaşta oluşturulan iyi alışkanlıklar olduğunu söyleyen filmler, kendini gerçekleştiren ve seçimlerinin arkasında cesaretle duranları yüceltiyor.

Amerikan bağımsız sinemasının kalesi Sundance ödüllü “Cameron Post’a Ters Terapi” filminde Sasha Lane tarafından canlandırılan karakter; “Belki eşcinsel olmak değil, genç olmanın kendisi iğrenç bir şeydir” diyerek kafa karışıklıklarıyla dolu bu dönemin geçiciliğini unutmamak gerektiğini anlatıyor. Hemcinslerine duydukları ilginin körelmesi için bir rehabilitasyon merkezinde tedavi gören 90’lar gençliğini anlatan filmin en olgun karakterinin ağzından duyuyoruz bu sözü. Bir hippi komününde büyüyen ve çoğunluğun peşinden gitmeyi reddeden bir genç kız. İnsanların niyetlerini çözmeyi erken yaşta öğrenmiş. Gençlik onun için arzuların tavana fırladığı hayatının baharı olmaktan ziyade, atlatılması gereken bir travma... Chloé-Grace Moretz tarafından canlandırılan filmin ana karakterinden daha mert ve seçimlerinin arkasında durmakta kararlı.

Adı “Gençlik” olan bir başka filmde ise 70’lerde Çin Dans ve Tiyatro topluluğunun üyelerinin yıllar boyunca başka patikalara saparak zorluklara direnmede yaşadıkları anlatılıyor. Kabuk değiştiren ülke ve yitip giden ümitler in ışığında filmin finali aşkı yüceltiyor. Ne kadar az beklentiniz olur, karşılıksız iyilik yaparsanız hiç yaşlanmazsınız diyor. Benzer bir bakış “Dovlatov” adlı Rus yazarın anlatıldığı filmde de var. Kapana kısılmış, kısır bir edebiyat ortamında “Her şeye rağmen vardık!” diyerek en dürüst yolun hatalar, düş kırıklıkları ve umutlarla örülü olduğunu söylüyor. Hayattayken değeri bilinmeyen sanatçıların kalıcı olma sebebinin, şöhret ve iktidara teslim olmayan omurgalı duruşları olduğunu iddiasındaki bu filmi mutlaka izleyin.